Bu coğrafyadaki ilk yerleşim merkezinin eski adı “Akmola” imiş. Stalin, Alman toplama kamplarından kurtulan Rusları anavatana ihanet suçlaması ile burada öldürtmüş. Eş ve çocukları ise Aizhin Kampında buğday tarlalarında çalıştırılmış. Akmola bu yüzden “Beyaz Mezar” anlamına geliyor.
Kazakistan Devlet Başkanı Nursulstan
Nazarbayev 1997 yılında başkenti bu topraklara taşıma kararı alınca kentin yeni
adını Kazakçada “Başkent” anlamına gelen “Astana” koymuş. Eski Başkent olan
Almaty, Kırgız, Çin, Özbek ve Tacik sınırına yakın ve ülkenin en güneyine
yer almaktaydı. Zaten az olan nüfusun güneyde toplanması elbette doğru değildi.
Atatürkümüz de ülkemizin başkentini aynı nedenle Ankara’ya taşımadı mı? Bu
değişikliğin maliyetinin 20 milyar doları bulduğu söyleniyor. Ama Astana
farklı mimari üslupların bir mozaiğini
oluşturarak Asya’da yeni bir Dubai olma yolunda ilerliyor. Bu dünya kentinin
yapılanmasında 50 bin kişi görev almış ve çalışmalar hızla devam ediyor.
Ishim
Nehri’ne başını yaslayan Astana şiir ve şarkılarla özdeşleşmiş, aynı
zamanda dünya dinlerinin buluşma noktası. Ünlü mimar Norman Foster’in piramit
binası dinler arası hoşgörüyü simgeliyor. Evet, Astana’yı gezerken birçok bina, meydan, park sizi şaşırtacak, bir anda
kendinizi “Alis Harikalar Diyarında” hissedeceksiniz. Dünyanın en uzun üçüncü
bayrak direği de bu kentte.
Başkentte dolaşıyorum, Kazaklar
gezinmeyi, şık ve frapan giyinmeyi, eğlenmeyi, sigara ve içki içmeyi, kısaca
keyfi pek seviyor. Süpermarketlerde içkiye ayrılan geniş bölümler bunun
tipik bir göstergesi. Tatil günlerini çok iyi değerlendiriyorlar. Sokakta
bir kazak gencinin mırıldandığı mısralarına kulak kabartıyorum.
At ile
gittim.
Uçak ile
geldim
Çekik gözlü
gittim
Çakır gözlü
geldim
Yurta (Çadır) şeklindeki binası ile dikkati çeken “Kazakistan Müzesi’nde”
bu coğrafyanın tarihini bulacaksınız.
Duman
Eğlence Merkezi okyanuslardan en uzak coğrafyada kurulmuş akvaryumu ile
iftihar ediyor. Yine aynı Duman Merkezi’nde bulunan 5D olarak nitelenen
sinemada ise bir gözlük takıp araba ve uçaklarla size heyecan yaşatıyorlar.
Hatta üzerinize su bile sıkılıyor. İster inanın ister inanmayın, Duman
Binası’nın içinde Çin Seddi’nin, New York’taki Özgürlük Anıtı’nın bile
taklitleri var.
Tam 97 metre uzunluğundaki Bayterek Kulesi, bir eksen
üzerinde yer alan bir dizi dikkat çekici yapının en gösterişlisi.
Kazak halkının benimsediği yeni yaşam biçimini simgeliyor. Devlet Başkanı’nın
sağ elinin izine kazaklar tek tek ellerini sokup fotoğraf çektiriyorlar.
Kulenin üzerinden kentin tüm sınırlarını kuşbakışı seyretmek mümkün. Green
Water Bulvarında yer alan Bayterek Kulesi’nin çevresi kırmızı plastik
sandalyeli ilginç çayhanelerle kuşatılmış. Ayrıca efsanevi Simurg
Kuşu’nun yumurtasını simgeleyen koyu renkli bina da bu civarda.
Geleceğin şehri Astana’da araba bol,
ancak arabalarda sadece 1-2 yolcu var. Geniş ve planlı caddelere rağmen trafik
tıkanıyor. Bu yeni kentte yağmur yağınca su sokaklarda birikip trafiğin
akmasını engelliyor.
Başkentin en
gösterişli büyükelçiliği bize ait. Türk elçiliği lojmanları ile çok
geniş bir alanı kaplıyor. Hemen yanında Rus Büyükelçiliği yer alıyor. Benim
gibi Maarif Koleji mezunu değerli Büyükelçimiz, Lale Ülker Hanım ile tanışmak
beni ayrıca mutlu etti.
Yine farklı mimarisi ve mavi rengi
ile dikkati çeken dev Spor Salonunu da görün derim. Uçaktan görünüşü çok
daha ilgi çekici imiş.
Atameken, Kazakistan topraklarında yer alan
bazı önemli eserlerin maketlerini içeriyor, 1,7 hektar alana kurulan
bu parkta 200’e yakın eser var. Ama doğrusu İstanbul Miniatürk ile karşılaştırılınca
çok sönük kalıyor.
100 metrelik Kazak Eli Anıtı üzerindeki Simurg Mitolojik Kuş Heykeli ise Kazak
halkını simgeliyormuş.
Astana şehrinin binalarının büyük
bölümünün inşaatını Türk şirketlerinin üstlendiğini de hatırlatayım. Eğitimde
başarılara imza atan 34 Türk Koleji tüm
Kazakistan’a yayılmış bulunuyor.
Başkent Astana’da bir park içinde
Atatürk’ümüzün Şili’de olduğu gibi bir büstü değil, titizlikle
hazırlanmış güzel bir heykeli var.
Kışın ısının –20 derecelere düştüğü başkentte serbest bölge için
özel bir arazi ayırmış ve yatırımcılar bekleniyor.
Astana Valisi, sokaklara içki şişesi
atanlara, kapalı alanlarda sigara içenlere,
hızlı araç kullananlara ciddi bir savaş açmış. Çok da başarılı olduğu
söyleniyor.
Shatry
Kazak yörenin geleneğini yansıtan koskoca bir saydam çadır. Nerede ise 10
futbol stadyumu genişliğinde. Onu da bir Türk firması inşa etmiş. İçinde mini
golf sahası, plaj, kayıklar ve tabii çok sayıda dükkan var.
Gemi şeklindeki bir opera
binası ve bir kale duvarı görünümündeki yanyana bir dizi bakanlıklara ait
binalar yine dikkati çekiyor.
Eğer Astana’nın dışına gitmek
isterseniz Kulager Çiftlik Evi, göl ve bataklıkları ile step ikliminin doğal yaşam
alanı sizi bekliyor.
Kısa Kısa Kazakistan
Genellikle inşaatlarda disiplinli Özbek işçiler
çalıştırılıyor.
Bu geniş coğrafyada 50 bin civarında Türk
yaşamakta imiş.
Kazak mutfağına et ve balık hakim. Özellikle de
“at eti”. Kurtlardan sonra en fazla eti Kazaklar yermiş.
Kazakistan’a giriş yaptıktan sonra beş gün
içinde polise müracaat etmeniz gerekiyor. Eğer otelde kalıyorsanız bu işi zaten
otel yönetimi yapmak zorunda. Beş günden az kalıyorsanız bu işleme gerek yok.
Bir ENKA – Koç Ortaklığı ile kurulan
Kazakistan’daki RamstoreMağazaları’nın işletme hakkı daha sonra
satılmış.
Kazaklar genellikle sessiz ve hatta bilgisizler.
Kendilerine bir soru yöneltilince şaşırıyorlar.
Rahat ve lüzumsuz yere çok kolay para
harcıyorlar. Maalesef sofralarında çok israf var. Yemek masasına yiyecek
ile dolu tabaklar diziliyor. Arkadan da 4 tabak ana yemek daha servis ediliyor.
Ama en azından düğünlerde artan yemekleri paket yapıp evlerine götürüyorlar.
Kazak halkı makyajı çok seviyor. Hatta erkekleri
bile renkli lens takıyor.
Bu coğrafyada bir senedir kapalı alanlarda
sigara kesinlikle yasak!
Kazakların ortalama % 70’i Türkiye’yi ziyaret
etmiş.
Zenginleşen kesim genellikle
Kazakların bilinen sülale veya soyundan gelenler imiş.
Devlet Başkanı Sayın Nursultan Nazarbayev’in
doğum günü olan 6 Temmuz Astana’nın doğum günü olarak geniş bir program içinde
kutlanıyor. Hatta o gün Astana’da tatil ilan ediliyor.
Kazakistan aynı zamanda dünyanın en fazla buğday
üreten üçüncü ülkesi konumunda!
Astana
Havayolları düzgün hizmet anlayışı ile gezginlerden artı puan topluyor.
Daha önceki anlaşmalar gereği şu anda
Rusya, Kazak petrolünü ucuz bir fiyata satın alıyormuş. Ama bu
mukavelenin süresi bitince bu coğrafyaya daha fazla para yağacak.
Kazakistan topraklarının % 20’si Avrupa
kıtasında bulunduğu için kendini Avrupalı kabul ediyor. Ülkenin
güneyindeki Hazar Denizi kıyıları 230 kilometreyi buluyor.
Kazakistan’da kişi başına gelir 9000 doları
buluyor.
Kazakistan dünyanın bir numaralı Uranyum üreticisi. Ayrıca bildiğiniz gibi petrol var, doğal
gaz var, kaliteli kömür var. Bakır, çinko ve selenyum var. Daha doğrusu her
türlü yeraltı zenginliğine sahip. Madencilik, ihracatında çok önemli yer tutuyor.
Göçebe olan Kazaklar kışın kışlav
ve yazın Çaylav olarak adlandırdıkları yurtlarda kalıyorlar.
Dünyanın ikinci büyük uzay merkezi olan ve
Sovyetler Döneminde kurulan Baykonur’da
Kazakistan sınırları içinde yer alıyor.
2013 yılında resmi yazışmalar Rusça yerine artık
Kazakça yapılması planlanmış.
Kruşçev Döneminde yapılan çalışmalar sonucu
çabuk ve ucuza imal edilen asansörsüz beş katlı çirkin beton binalar artık
yıkılıyor veya ön cepheleri yenileniyor.
Evet Duşanbe’ye önceden iki defa
gitmiştim. Ama bir ülkeyi tanımak için sadece başkentte bir iki gece kalmakla
olmuyor. Sokakları arşınlamak, kahvelerde soluklanmak, taksi şoförleri ile
cebelleşmek, parkların banklarında zaman geçirmek, metrosuna binmek, böreğini,
tatlısını tatmak gerekir.
Bu kez 6 yolcuyuz, çok sevdiğim gezi arkadaşlarım ile
kalabalık bir THY uçağında 4,5 saat yolculuk sonrası Duşanbe Havalimanına sabah
05.30 gibi iniyoruz. Nedense Orta Asya’ya uçan tüm THY uçakları sabahın köründe
varıp bir saat sonra da tekrar havalanıyorlar. Duşanbe’nin içinden geçip doğru ülkenin
kuzeyine doğru yol alacağız.
Yolculuğumuz uzun tam 235
kilometre, bu en az 6 saat demek. Yol
zaman zaman kötüleşiyor. Dağların eteğinde çok sayıda tünel yapılmış ve halen
de devam ediyor. Bir ara durup harika bir sütsüz kuvvetli bir kahve içiyoruz.
Su kenarında kahve molalarını seviyoruz.
Yol boyunca dağlar heybetli, halen bazı
buzullar erimemiş. Varzab Irmağı özellikle yazın beslendiği kar suları ile çok
coşkulu ve sesli akıyor. Zaten yol boyunca birkaç hidroelektrik santral inşa
edilmiş. Tacikistan Orta Asya’nın bir bakıma “su deposu.”
Biz bu dağları hep “Pamir” bildik, okuduğum
makalelerde öyle yazılı ama rehberimiz “Hayır, bunlar Pamir Dağları değil”
diyor. Pamir Dağları ülkenin güney doğusunda Afgan sınırında imiş. Bu bölgedeki
ulu dağlar ise “Hisar Sıra Dağları”
imiş.
Sonunda gece konaklayacağımız
Pankjakent’deyiz. (Panja zaten “beş” demek, yani tam karşılığı “5 kent”.)
Hemen Tacikistan’ın ilk ve tek Dünya
Kültür Miras listesine girmiş beş bin yıllık yerleşim “Sarazm Antik Kenti’nin” hazine avcıları gibi tehlikelerden
korunduğu pek söylenemez. Sadece uydurma bir iple kapıyı kapamışlar. Halen burada çalışmalar devam
ediyor.
Sarazm
Kenti 10 bin kişinin yaşadığı önemli bir yerleşim
merkezi imiş. Kaynak suyu bitince terk
edilmiş, yapıların tamamı kil ve
kerpiçle ile inşa edilmiş.
1976 yılında kazıda bulduğu bronz
baltayı arkeolog arkadaşına gösteren bir köylü sayesinde antik şehir
keşfedilmiş.
Buradan çıkarılan önemli eserler
başkent Duşanbe’nin müzelerinde sergileniyor.
Ama Sarazm Merkezinin vazgeçilmez
kahramanı Sarazm Prensesi mezarında cenin şeklinde bulunmuş, boyu ise 2 metre imiş. İskeletinin yanında
tabaklar, kolyeler, yüzükler varmış. Bu mezar “Duşanbe Ulusal Eski Eserler
Müzesinde.” Daha sonra zaten burada gördük.
Buradan çıkıp yaşantılarını yakından
incelemek için bir köy evini ve bahçesini geziyoruz. Köprü altında çöpler
arasında ağlayan bir deri bir kemik kalmış eşek hepimizi üzüyor. Gece uykum
kaçtı. Vişne, kayısı, elma ağaçları yanında pancar, mısır, ayçiçeği, soğan, patates, sarımsak ve
karpuz ekilmiş.
Evlerinin damı açık, buralara sık
yağmur düşmüyor, zaten yapı malzemesi de
hep kil ve kerpiç. Ayrıca kış için tezek hazırlanıyordu.
Panjakent’teki otelimiz aslında bir
apartman katı gibi. Üçüncü katta, iç lobide
uzun bir masa var. Merdivenler bizi öldürüyor. Hem yüksek, hem dik. Eh, bizler genç
de değiliz.
Akşam yemeğimiz hemen otelin
karşısında tipik bir lokantada, iç
hacimde loca ve balkon bölümü var. Ayrıca canlı müzik de eksik değil. Bahçede
koca bir kafeste muhabbet kuşları geziniyor. En azından ufacık bir hacimde
hapis değiller.
Bahçede oturuyoruz. Bu yemeğin gerçek
kahramanı “kefir”, doğrusu harika idi. Hoşumuza gitti. Ama, zamanla ondan da bıktık. Kayısı ve erik
suları ile ayran da geliyor. Salatalar, daima sıcacık yuvarlak ekmek var. Artık
yatak zamanı, bugün çok uzun ve zor idi,
yorgunuz. Sanki üç günü bir arada
yaşadık. Bu yeni coğrafyada ilk gecemiz !
Upuzun ahşap masa etrafındaki kahvaltı
sonrası saat 8’de Panjakent’ten yola çıkıyoruz. İlk durak V ile VII. yüzyılda Soydi Halkının yaşadığı Panjakent Antik Kenti. Tepeden yeni
Panjakent’i izliyoruz. Tüm binalar bir katlı ve
yeşille çevrelenmiş.
Zamanında on bin kişinin yaşadığı bu
antik kenti Araplar yerle bir etmişler. Savaşın kaybedileceğini anlayan şehrin
komutanı halkına kaçıp başka coğrafyalara yerleşmelerini ve soylarını devam
ettirmelerini önermiş.
Güneyde Yasanab Kasabası’nda bugün 5 bin kişilik bir Soydi yerleşimi
varlığını sürdürüyormuş. Antik kent üç bölümden oluşmuş Robat denen “mezarlık”,
“saray” (sitadel) ve mahalleler.
Zerdüşt, Budist, Hindular ile Ateistler kısaca
farklı inançlar huzur içinde yaşamış.
Yukarıdan seyrettiğimiz Zarafjhan
Nehri Buhara yakınlarında buharlaşıp sona erdiği için bu yerleşime daha sonra “Buhara”
adı verildiği düşünülüyor.
u kez yol düz ve asfalt, belli ki daha varlıklı bir coğrafyadayız. Ne
de olsa bereketli Fergana Vadisi’ne
yaklaşıyoruz. Nehir kenarında renkli yuvarlak masalara çöküp bir kez daha
keyifli bir kahve molası veriyoruz.
Istravshan
Kenti 2500 yıllık bir “müze kent.” Kok Gümbuz Camii ile Medresesini geziyoruz.
Bahçesinde 800 yıllık 5 çınar ağacı bulunuyor. Ağaçlara daima sarılır ve huzur
bulurum. Burasını XVI. yüzyılda bilim adamı ve filozof Abdulaziz Sultan yaptırmış. Belki biliyorsunuzdur, Büyük İskender ve askerleri farklı
coğrafyalarda bir süre kalır, hatta oralarda evlenir, aileler oluşurdu.
Bugün aynı zamanda nikah salonu olan
müzeyi (Mugh Tappa) geziyoruz.
Bu tepede bir dönem antik bir kale
varmış. Ruslar onu yıkıp kendi askeri garnizonlarını inşa etmiş, zamanla o da
yıkılmış. Koridor müzede bu dönemlere ait fotoğraflar sergileniyor. Büyük
İskender ile evlendiği kral kızı Ruksana’nın duvarda temsili resimleri asılı.
Yola devam ediyoruz yeşillikler
içindeki Urmetan Köyü’nün yakınından geçiyoruz. Tacikistan’ın ikinci büyük
kenti Khujand’a nihayet giriyoruz.
Otelimiz Rusların su gereksinimi için
oluşturduğu baraj gölünün kenarında, sahilden itibaren kademeli yapılmış.
Asansör de yok ama odalar göl manzaralı. Artık herkes “et” yerine cacık, salata ile kefiri tercih ediyor. Elbette daha
sonra geleneksel doğal lezzetli kavun veya karpuz.
Bugün Tacikistan’ın İkinci Büyük Kenti
Khujand’dayız.
Sabah göl manzaralı bir kahvaltı sonrası
yola çıkıyoruz. Khujand “iyi insanların toplandığı yer” anlamında imiş. Doğru
Khujand’ın çarşısına gidiyoruz. Şeyh Musluhiddin’in Mozolesi kapalı idi sadece
dışından gördük. Kendisi XII. yüzyılda Khujand’ı yönetmiş, aynı zamanda dönemin önemli bir şairi imiş.
Meydandaki havuzun başında bir aile
fotoğrafı çektiriyoruz. Biraz ileride modern bir camii inşaatı var. Altın
varakları Almanya’dan gelmiş. İskele üzerine oturmuş neşeli birkaç kız duvara
motif çizip fırça ile boyuyorlar. Cami kısmen hizmete açılmış. Cuma camii adıyla
büyük bir yapı ortaya çıkıyor.
Sonra Orta Asya’nın ilk kurulan, kısmen de kapalı pazarına dalıyoruz. Meyve bu coğrafyada bol. Bilhassa bu dönemde
kayısı, kavun ile karpuz. Patateslerin içi kırmızı, soğan da bol. Sovyet
dönemini hatırlatan bisküvi ve şekerler de eksik değil.
Yanımıza çekinerek Özbek asıllı genç
bir hanım yaklaşıyor. İngilizce öğretmeni imiş. “Türkiye’ye gitmek bizim için ulaşılmaz
bir rüya” diyor. Hepimiz hisleniyoruz.
Sıra Khujand Müzesinde, ilk çağlardan günümüze burada Tacik tarihi
özetleniyor. Sahiden başarılı bir çalışma. İçinde hatıra eşya satan bir dükkan
da var. Müzenin en etkileyici bölümü
şüphesiz Büyük İskender’in yaşamının anlatıldığı tamamen doğaltaş ve mermerden
yapılan duvar gravürleri. Doğumundan,
Hindistan’da 33 yaşında sıtmadan ölümüne kadar yaşamı başarı ile
ziyaretçilere aktarılmış. Babası Kral Philip,
Butsefal adlı atı, Kral Kızı Ruslana ile evliliği , sevgilisinin ölümü
ve nihayet Pers Kralı III. Darius ile olan ünlü meydan savaşı.
Müzede edebiyat derslerinden
hatırladığımız bazı isimlere de rastlıyoruz. Ömer Hayyam, Firdevsi ve
Celalettin Rumi gibi. Timur Malik
Taciklerin kahramanı, Moğollara karşı savaşmış. Karnay diye anılan bayağı uzun bir
nefesli müzik aleti de dikkati çekiyor.
Müzeden çıkıp “pilav evine” gidiyoruz.
Bu coğrafyada kazanlarda üç farklı pilav pişiyor.
Ben yazar ve şairler sendikasına
gidiyorum. Toplanan şairler benimle uzun bir söyleşi gerçekleştiriyorlar.
Gelecek sayıda yayınlanacak. İlginç sorularda geliyor. Örneğin “buraya gelmeden
önce Tacikistan’ı nasıl hayal ederdiniz, ne buldunuz gibi.”
Akşam yemeğimiz bu kez otelin
bahçesinde hava sakin, garsonlara dert anlatmak sahiden zor. Hiç not almıyorlar
ve söylenenleri hemen unutuyorlar,
Bugün
11 Saatlik Yolculuk, Büyük İskender Gölü, 4 Temmuz 2019,
Yolumuz uzun, bu gece artık Duşanbe’ye geri dönüyoruz.
Mohammed’in yüzü gülüyor. Ne de olsa yakında eşine kavuşacak. Kahve molamızdaki
tuvaletler bizi epey güldürdü. Farklı coğrafyalarda tuvaletler üzerine bir bir
kitap yazılabilir. Hele ortadaki o tuhaf
deliğin esrarını halen çözemedik.
Aynı yoldan geri dönüyoruz. Yine 5,5
kilometrelik o uzun tünelden geçiyoruz. Bu tünel öncesi kışın iki önemli kenti
Duşanbe ile Khujand arasındaki ana yol kar yüzünden uzun süre kapanırmış. Yol
boyunca zaman zaman bariyelerde yok. Karda,
donda araba kaysa doğru dipsiz uçurumdasınız.
Bir ara çok sayıda kovanın bulunduğu
bir cepte durup bal alıyoruz. Yusuf Çapraz Bey arıcılığa meraklıdır. Hemen
kovanların yanına gidip yakından inceliyor.
Ana yoldan ayrılıp 20 kilometre kadar
içerideki Büyük İskender Gölü’ne
doğru gidiyoruz. Yol boyunca çatıları Avusturya mimarisini anımsatan lüks
villalar sıralanmış.
Nihayet uzaktan göl görünüyor. Güya
Büyük İskender ve ordusu buradaki köyü ele geçiremeyince nehrin akışını
engellemek için nehrin önüne bariyer yapıp köyü su altında bırakmış, neticede
kaçamayan tüm köy halkı boğulmuş. Böylece de bu göl oluşmuş.
Sadece değerli hocamız ve fotoğrafçı
Hülya Saçlı ile rehberimiz 20 dakika kadar yürüyerek şelaleye ulaşılıyor. Suyun
gelişi kayalar içinden. Biz de göl kenarında birer kahve içip bekliyoruz.
Duşanbe’ye nihayet varıyoruz. İlk
ziyaret ünlü tarihi “Çayhane Rohat”. Başkent
1958 yılında Sovyet Döneminde inşa edilmiş iki katlı bir bina. Duvarları ulusal
süslemelerle dekore edilmiş. Genellikle halk yeşil çay içiyor.
Başkentin caddeleri o kadar geniş ki
vallahi mecbur kalsa uçak bile iner. Muntazam parklar, ışıklar, park
girişindeki süslemeli ve çiçekli tanklar insanı her an şaşırtıyor.
Çıkınca Rudaki Caddesi üzerinde yol alıyoruz, cadde tam 15 kilometre. En
sonunda da havalimanı var. Parklar,
ağaçlar, gösterişli taş binalar, kayın ve söğüt ağaçları, hele çiçekler, her
yer rengarenk çiçek, yaseminli, hanımelili sokaklar, kına çiçekleri, begunyalar,
yediveren güller.
Hele Yazarlar Birliği Binası, Korint
mermerlerden dev sütunları, vişne çürüğü halıları, oymaları, yaldız bezeli
tavanları, en usta yontucuların elinden çıkmış tunçtan abanoz ağacından
heykelleri, lambrileri, kadife perdeleri ile adeta bir “saray”.
Sonra her yer her an temiz. Sabahın üçünde tüm kent temizleniyor.
Her köşede bir polis bekliyor. Kırmızı
çizgili şapkaları Sovyetler dönemini anımsatıyor. Sonunda böyle bir polisle ana
meydanda fotoğraf çektirdik.
Buhara Lokantasında bir türlü
derdimizi anlatamayınca yanındaki Merve Türk Lokantasına geçiyoruz. Erzurumlu
Mehmet Bey sağolsun bizimle ilgileniyor, başımızdan ayrılmıyor. Bilhassa
ezogelin, yoğurt ile döneri hoşumuza gidiyor. Farklı coğrafyalarda
başarılı Türklerle iftihar ediyoruz. Taç Oteli’ndeki yataklarımıza tam 11 saat sonra kavuşuyoruz.
Son
Günümüz Hisar – Müze ve Yatan Buda Heykeli, Elçilik Ziyareti ve Sonunda Bol Danslı
Bir Gece
Bu kez uzun yolumuz yok. Sadece 15
kilometre uzaklıktaki eski kent Hisar’a gidiyoruz.
Tarım Serbest Bölgesi’ne giriyoruz.
Özbek sınırına kadar sağlı sollu her yer ekili. Çünkü burada gerçekleşen tarım
faaliyetlerinden vergi alınmıyor. Bağlar, elma, vişne, kiraz ağaçları ardı
ardına dizilmiş. Meyvelerin büyük bölümü Rusya’ya ihraç ediliyor.
Katar’ın yaptırdığı 50 bin kişilik
cami Orta Asya’nın en büyüğü olacakmış. Ayrıca kavun şeklindeki lokanta ile
spor kompleksi de dikkati çekiyor.
Hisar 3700 yıllık bir yerleşim. Hatta
bir efsaneye göre tepeye kale bir gecede
kondurulmuş. Kale tam 17 kez yıkılmış ve en son 1924 yılında Kızılordu
tarafından yerle bir edilmiş. Büyük kısmı restore edilmiş ama bence başarılı
bir restorasyon çalışması değil, sırıtıyor. Sadece XVI. yüzyıl medresesi bugüne
kadar ulaşmış. Burası zamanında İslam biliminin öğretildiği ciddi bir eğitim
kurumu imiş. Bugün ise bir müze. Öğrenci odaları günümüzde birer müze sergi
alanı.
Son Buhara Emiri Kızılordu gelince
Hisar’a kaçıp 6 ay kadar burada saklanmış. Sonra Kızılordu izini bulunca iki
çuval altını ile Afganistan’a kaçmış. Hatta bu altınların bugün bile Afgan
dağlarında saklı olduğu iddia ediliyor. Susam ve ayçiçeği yağını çıkaran
ahşap değirmen özellikle dikkatimi
çekti.
Duşanbe’nin ana meydanın ortasındaki
dev heykel tam üç defa değişmiş. Önce Lenin’in, sonra Firdevsi’nin, bugün ise Samani Hanedanlığının kurucusu
İsmail Samani’nin iki aslan arasındaki dev heykeli bulunuyor.
Ayrıca Mekke’den sonra dünyanın en
büyük bayrağı (30×60 metre) burada upuzun bir direkte sallanıyor.
Sıra
Ulusal Eserler Müzesinde ! Dünyanın en büyük Buda heykeli olduğu
bilinen 13 metre uzunluğunda 1600 yaşındaki “Nirvana Buda” (Yatan Buda) heykeli
Tacikistan’ın tarihi ipek yolu üzerindeki Kurgan
Tepe kazısında Sovyet arkeologlarca bulunmuş. İyi ki Moskova’da
alıkoymamışlar. Hatırlayın, Taliban Afganistan’da bulunan dünyanın en uzunu
olan 30 metrelik Buda heykelini parçalatmıştı.
Tacikistan petrolü en önemli partneri
olan Rusya’dan alıyor. Benzinin litresi
bir doların altında idi. (2019)
Kısa Kısa Tacikistan
Tacikistan’da başkent Duşanbe dışında üç faal
hava limanı daha bulunmakta. Kulab, Khujand ve Kharog’da.
Hanımların geleneksel giysileri aslında Tacik,
Özbek ve Türkmenlere çok benziyor.
Tacikistan’ın kelime anlamı “Taç giyen halk”
demek.
İran, Tacikistan, Azerbeycan, Ermenistan’ın
şair, yazar kısaca edebiyata verdiği değeri her an meclislerde şiir okunmasını,
her zaman takdir ederim.
Tacikistan’a girişte vize uygulaması konusunda
tam bir açıklık getirilmedi. Tamam yeşil pasaportlara vize yok, normal
pasaportlara da kapıda vize veriliyor deniliyor ama THY uçağa binişte tek tek
vizelere bakıyor, ya uçağa almazlarsa !
Tacik halkı Tayyip Beyi seviyor ve onu tüm
İslam dünyasının en güvenilir lideri kabul ediyor.
Her Tacik kanalında Türk dizilerine
rastlıyorsunuz. Bu yüzden bazı Türkçe kelimeleri öğrenmişler. Tacik halkının
ortalama % 75’i kırsalda yaşıyor. Kadınların hayatın her an ortasındalar,
çalışkanlar.
Tacikistan orta Asya’nın en ufak ülkelerinden
biri olarak kabul ediliyor ama 941 nehir ve 2 bin göle sahip.
Genellikle yolların iki yanına çınar ağacı
dikilmiş. Sovyet döneminde kentlerin kuruluşundaki planlama yetenekleri ile
ağaçlandırma projelerine hayranım.
Rusya en yakın stratejik dostu, aynı kökene
sahip İran ise bazı tünel ve hidroelektrik santrallerine maddi destek vermiş.
Rusya’nın en büyük kara üssü zaten bu topraklarda.
Yollarda sık sık Opel marka araç görüyoruz az
benzin tükettiği ve parçası ucuz olduğu söyleniyor.
Tacikçe ne kadar Farsça’ya benzede de Stalin
Döneminde Kiril alfabesine geçilmiş. Afganistan’da Farsça konuşuluyor, örneğin
“teşekkür” kelimesi bir çok Türkçe kelime gibi Tacik kökenli.
Tacikistan’da bulunan eski fetö Türk okulları resmen devlete geçmiş
ancak bazı Türk öğretmenler göreve devam ediyormuş.
Tacikistan’da özel sektör destekleniyor, turistik oteller bile artık devlet
kontrolünden çıkmış.
Tacikistan’ın güneyindeki Şaruz Kentinde
yıkılan Lenin’in dev heykelini tekrar yerine koymak için tüm camilerde haftada
100 dolar toplanmış. Şaka gibi, Oysa ki Lenin ateist idi ve dini inançları
yasaklamıştı.
Devlet Başkanı Emomali Rahmanov tam 27 yıldır görevine devam ediyor. (Yıl 2019)
Tacik yemek masasında yoğurt, ayran ve kefir
ile çay muhakkak bulunur.
“Plov” parça koyun eti, havuç, soğan, şalgam
ve elbette pirinç ile hazırlanmış. Plov’un farklı çeşitleri var. Ayrıca mantı
da bu topraklarda sık sık karşınıza çıkacak.
Başkentin adı 1929 yılında Stalin, Stalinabad
olarak değiştirmişse de 1961 yılında tekrar “Duşanbe” olmuş.
Türkiye Tacikistan’ın bağımsızlığını tanıyan
ilk ülke. Bağımsızlık sonrası (1991)
maalesef beş yıl Tacikistan’da ciddi bir
iç savaş yaşandı. Bu arada Türkiye elçiliğini kapatmadı. Bunu çok takdir
ediyorlar. Duşanbe Büyükelçiliğimiz
merkezi konumda tecrübeli büyükelçimiz Ali Rıfat Köksal çaylarımızı içerken
bize bu coğrafya hakkında kıymetli bilgiler veriyor.
Kemalettin
Behzat Tacikistan’ın Raffeolo’su olarak anılıyor.
Zaten ulusal müzeye onun adı verilmiş.
“Duşanbe Opera ve Balesi” 1941 yılında “İki
Gül” adlı Tacik balesini başarı ile sahneye koymuş. Melike Sabirova ve Melike
Kalenderova gibi ünlü balerinleri yetiştirmiş.
Firdevsi Milli Kütüphanesi’nde farklı dillerde
2 bini el yazması olmak üzere 2,5 milyondan fazla kitap bulunmakta. Bunların
arasında Tabaki, Rudaki, Saadi, İbn-i Sina ve Firdevsi’ye ait elyazması eserler
dikkati çekmekte !
Rudaki
Bulvarı üzerinde 1990 yılında inşa edilen
Hacı Yakup Camiyi ilginç minareleri, perdahlı altın kubbesi ve turkuaz renkli
çinileri ile görmeye değer.
Bence Tacikistan’ın gezginleri ülkesine
çekmesi için özel bir “tema” ve ayrıca ciddi bir promosyona ihtiyacı var. Bence
bu Büyük İskender, Pamir Dağları ve Mevlana olabilir. Mevlana’nın bu coğrafyada
doğduğunu unutmayalım. Duşanbe’de hatta bir Mevlana Sempozyumu gerçekleşti.
Tacikistan taksileri gayet uyumlu beyaz ve
sarı renklere sahip.
Tacikistan’da lokantalar bölüm bölüm oluyor,
iç ve dış hacim ve bir de avlu. Genellikle kanal ve çeşmeler yardımı ile
dolaşan ve havuzlarda biriken su mekana ayrı bir özellik ve renk katıyor.
Sarıkamış’ta 105 bin gencimizin donarak
ölümünde bence önemli bir rolü olan Enver Paşa bölge Müslüman halkını Ruslara
karşı planlarken bu coğrafyada Rus subaylarınca öldürüldü. Mezarı ise doğru bir
kararla daha sonra Türkiye’ye taşındı.
Duşanbe’deki müzik enstrümanları müzesinde
Pamir ve Bedahşan yörelerinden müzik aletleri sergileniyor. Tar Rubab, Pamiri
Rubab, tanbur, dutar, setor, tabl, def, doyra gibi.
“Bedehşah Özerk Bölgesi” Tacikistan’ın alan
olarak % 44’ünü kaplarken toplam nüfusun ancak yüzde 3’ü bu bölgede yaşıyor. Özel bir
izinle gidiliyor. Buraya ulaşan yol
Afgan sınırı boyunca nehir kıyısını takip ediyor.
Türkiye Tacikistan’dan ciddi hacimlerde pamuk
ve alüminyum satın alıyor. Elbette bu ülkeye ihracatımız da var.
Duşanbe Caddelerinde dolaşan otobüsler Türk
malı, önemli Türk yatırımları da var.
Coca Cola’yı Türkler kurmuş, çalıştırıyor. (Elbette Coca Cola’ya hep karşıyım.) Türkiye ile Tacikistan münasebetleri her yıl
daha gelişiyor.
Her sene Türkiye’nin verdiği çalışma izni ile
200 Tacik öğrenci tatil beldelerindeki otellerde çalışıyor. Bunun elbette zaman
içinde Tacik Turizmine çok yararı olacaktır. Yerinde bir uygulama
Tacikistan’ın en önemli döviz kaynağı Rusya’da
çalışan işçilerin ülkelerine gönderdikleri dövizlerdir.
Epeydir nereden nasıl başlasam diyorum,
başlayamıyorum.. Ata yurdu deyip huzuru bulmaktan mı, o bozulmamışlığı bozmamak
isteğimden mi, iki eski Türk boyundan Kıpçakların uzantısında ‘tüh’lerimin
çokluğundan mı nedir bilemiyorum.. Başladım işte..
11 kişilik grubumuzun altısı (beş hanım ve bir ben)
Pegasus’la diğer zengin beş erkek THY ile geliyor.. Ortalama dört buçuk saatlik
yolculukla.. Dönüş beş buçuk saat tutuyor, ona göre..
Güler yüzlü tatlı Kırgız kızları karşılıyor.. Rehber
Aygerim çok güzel Türkçe konuşuyor.. Zira Türkiye’de okumuş.. Bişkek’e yarım
saat mesafedeki havaalanından şehre giderken bize epeyce Kırgızca’daki bizim
Türkçe benzeri kelimelerden örnekler veriyor..
193 bin kilometrekarelik ve 6 milyonluk ülkenin
SSCB’den sonra bocalayan ülkelerin başında geldiğini, 6 milyonun 1 milyonunun
dış ülkelerde çalışıp okuduğunu, ilk bağımsız ve bocalama zamanlarında
Türkiye’den giden üçkâğıtçı yatırımcıların onları ne kadar istismar ettiğini, aldattığını
da öğreniyoruz..
Bu yüzden bozulan ilişkilerimiz 1995’te ülkenin ünlü
halk destanı Manas adına ortaklaşa kurulan Türkiye Manas Üniversitesi ile
düzelmiş.. Halen bütün Türk yatırımcılara açık bakir bir ülke durumunda.. Hatta
Türkiye’de kapatılan Demirbank, burada en büyük banka..
Gezi rotamız Bişkek, Çolpan Ata, Issık Gölü, Karakol,
Bakonbaev, Koçkor, Son Göl ve Burana Kulesi.
TARİHÇEDEN BİR DEMET:
840 yılında Uygur devletini yıkarak kendi devletlerini
kuran Kırgızlar, topraklarında Göktürk Kağanlığı, Kırgız Kağanlığı, Karahanlı
Devleti, Moğol İmparatorluğu, Çarlık Rusyası ve Sovyetler Birliği hakimiyet
dönemlerini yaşamışlar.. Karahanlılar döneminde (12. yy.) Müslüman olmuşlar.
Çoğunluk Müslüman olduğu halde başı örtülü kadın yok..
“Biz Arap değiliz. Bizim kültürümüzde kadını kapatmak yok” diyorlar..
Ülkesi için çocuklarını feda etmiş KURMANCAN DATKA,
Kırgızların manevi kadın lideri, hepsine örnek teşkil ediyor..
BİŞKEK (Bishkek):
Yaklaşık bir milyon nüfuslu Bişkek (Bishkek)’in
kuzeyden güneye doğru zenginleşen 26 km.lik uzuuunn ünlü caddesinde ilerlerken
sağda solda SSCB’den kalan binalar yine çoğunluğu teşkil ediyor.. Kahramanlık Meydanı
ve etrafı dışında yeni yapılar, çarşı, avm ve de android telefon ilânları
gözümüze çarpıyor.. Döküntü belediye otobüsleri dikkatimizi çekiyor. Bishkek’te
fazla takılmak istemiyoruz..
Amacımız göçebe kültürüne sızmak ve yerinde yaşamak..
Ama tabii ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un müze evine gitmeden olmaz.. Özel
izinle girdiğimiz evi, yenilenmiş olsa da Rus mimarisinin izlerini taşıyor..
Mesleği veteriner olan Cengiz Aytmatov, ülkemizde filmi de çekilen “Selvi
boylum, al yazmalım” romanı ile çok sevildi.
Kırgızistan’ın Benelüx elçiliğini de yapan ünlü yazar
bizim Gata’da tedavi olup Türkiye’de öldü. İki evlilikten dört çocuğu var.. Her
bir evlilikten birer kız birer oğlu var. Evini ikinci evlilikten olan oğlu
restore edip yenileyerek müze olarak düzenlemiş. Ev, özel arabasından çalışma
masası ve kütüphanesine, yatak odasından film afişlerine kadar, duvarlar
boyunca fotoğraflara kadar çok güzel döşenmiş.. Arada bizim Yaşar Kemal ve
Zülfü Livaneli ile fotoğraflarını görüyoruz..
ÇOLPAN-ATA (Cholpon-Ata):
Çolpan, Türk kozmolojisinde Venüs gezegenine verilen
isim. “Çoban Yıldızı” da deniyor. Çok eski mitolojik bir tabir olup ‘Çobanın
Yıldızı’ demektir aslında.. Eski Türklerin sürüleriyle yol göstericisi ve
koruyucu ruhu olarak göçebe kültüründe çok önemli yer almış..
ÇOLPAN-ATA ve ISSIKGÖL (ISSYK-KUL):
Bişkek’ten minibüsle 2.5 -3 saatlik bir yolculukla, ülkenin tek
sayfiyesi Issıkgöl ve merkezi Çolpan-Ata’ya varılıyor.. Yamaçlardaki kaya
yazıtları ve ilave odalı mezarlar, göl kıyısındaki plâj çadırları Tanrı Dağları
eteklerinde bizi sarmalamaya başlıyor.. Yamaçlardaki kayalar üzerinde hayvan
figürleri (keçi, dağ leoparı, kurtlar, kuşlar) dikkati çekiyor.. Keçi bu
coğrafyanın en önemlisi imiş, hatta mevsimleri keçilerin yaşantısından
esinlenerek tanımlamışlar.. İkinci Yaşam’a inandıkları için mezarların yanına
kişisel eşyaların konduğu bir odacık eklenmiş..
Ülkenin kısa süren (40 gün) plâj mevsiminde, kasabanın
kızları ellerinde ‘kiralık oda’ yazan küçük pankartlarla yollarda bekleşiyor..
Çadırlar ve küçük kasaba ev ve pansiyonları yanında betonarme işlemeli dev
festival merkezi pek sırıtıyor doğrusu..
Neyse biraz Issık gölünden bahsedelim.. Peru-Bolivya
sınırındaki Titicaca gölünden sonra dünyanın ikinci büyük dağ gölü. 1600 metre
yükseklikte, Tanrı(Tengri) Dağları eteklerinde.. Issık (Issyk), sıcak demek..
180 km. uzunluğunda, 65km. genişliğinde.. En derin
yeri 701 metre, ortalama 300 metre derinliğinde.. Levrek, Alabalık, İde balığı,
Osman balığı ile çok çeşitli ördeklere, kuğu ve martılara, yazın pelikanlara ev
sahipliği yapıyor..
Yolumuz uzun, ilerde Tepke Köyündeki bir çiftlikte ata
binilecek, geleneksel çadırda (YURT) geleneksel lezzetler tadılacak.. (Salata,
etli çorba, ev yapımı ekmek, ahududu reçeli, tereyağ v. s. )
KARAKOL:
1854’de Ruslar tarafından kurulmuş, 75 bin nüfuslu
önemli bir şehri Kırgızistan’ın.. Karanlık yollardan sonra nispeten ışıklı bir
yere geliyoruz.. Kalacağımız pansiyon bizi şaşırtıyor, ağaç döşenmiş her odada
tuvaleti banyosu olan “guesthouse” iki katlı.. Bu bizim son sefamız olacak,
zira daha sonra bu konfor olmayacak.. Hatta Son Göl’de çadırda yatıp
tuvaletlerimizi dışarıda yapacağız..
Kırgızların göçebe kültüründen yerleşik düzene geçmesi
Sovyetler döneminde köylerde kooperatif kurulması ile başlamış.. Karakol,
Issıkgöl bölgesinin de merkezi olarak hayvan pazarlarına ev sahipliği yapıyor..
Çinlilerin inşa ettiği ahşap Dungan Camii ile yine ahşap Kutsal Ruh Katedrali
görülesi yerlerden..
Tavuklu beşparmak yemeği yapmayı da öğrenip bu defa
Kırıkkalp Kayası ve Yedi Öküz tepelerine doğru yollanıyoruz.. Issıkgöl’ün
güneyindeyiz ama biraz dağlara doğru..
YEDİ ÖKÜZ TEPELERİ:
Yeşil, temiz bir doğa ve coşkulu ırmaklar bize eşlik
ediyor.. Sonra farklı bir jeolojik oluşumla karşılaşıyoruz.. Hepsinin efsanesi
var.. Önce ‘Kırık Kalp Kayası’ sonra yan yana yedi kırmızı tepeden oluşan Yedi
Öküz tepeleri ve eteklerindeki at oyunları yapılan mer’a.. Hemen yanında köhne
kaplıca tesisleri..
At oyunlarında ise kafası ve ayakları koparılmış bir
oğlak için beş atlı genç, at üstünde oğlağı kapıp kuyuya atmak yani gol atmak
için canhıraş bir düelloya giriyorlar.. Biri düşüp kolunu kırıyor, hastanelik
oluyor.. Oradaki genç ve çocuklara hediyeler verip ayrılıyoruz..
BAKONBAEV:
Artık Issıkgöl’ün daha bakir olan kıyılarında yol
alıyor ve kıyıya en yakın yerde tabii ki benim motivasyonumla göle girip
ferahlıyoruz.. Sodalı bir göl, fazla soğuk değil.. Issık denmesi bundan
sanırım.. Yola devamla yarım kalmış Manas Destanı parkına da uğrayıp ikinci
konaklama yerimiz Bakonbaev’e ulaşıyoruz.. Buradaki “guesthose”ımız ikişer
kişilik odalar ve ikinci katta iki tuvalet şeklinde.. Bahçesindeki “Yurt”ta
akşam yemeği ve votka ikramı bütün grubu mest etti..
KARTAL (Kırgızca BÜRKÜT):
Chui vadisinde “Kartal şov” bizi bekliyor.. Çoğu zaman
yavruyken yuvadan çalınıp eğitiliyor.. Bazen de tuzakla büyük olanlar avlanıp
dört ay eğitime tabi tutuluyor.. Çiğ et yiyor ve su ihtiyacını kandan alıyor..
Haftada bir su içiyor.. Görme menzili 3 km.. Bu menzildeki tavşan, tilki, fare
ve bazen kurtu hareket halinde görüp üstüne pike yaparak ağız ve burnunu
kapatacak şekilde kapıyor ve onları nefessiz bırakarak yerde yemeye başlıyor.
Yutarak yiyor. Sonra kursağında biriken kemik parçalarını kusuyor..
Kartal eğitmeninin üç ayrı şovu, sonuncusu canlı
tavşanın sonu olduğundan kötü oluyoruz ve Chui vadisinden ayrılıp Kızıltuğ’a
koyuluyoruz.. Çay ve yemek molasından sonra ‘Yurt’ yapımı öğrenilecek..
‘YURT’ (geleneksel Çadır):
Söğüt’e benzeyen “TAL” ağacının dallarından yapılıyor.
Yazın dalların kabuğu soyulup fırında sıcak su buharıyla yumuşatılıyor ve
istenen şekilde bükülüyor.. Çok büyük emek gerektiriyor.. Boyası, keçesi ayrı
bir alem.. Ama o kadar sağlıklı ve sağlam ki içinde kalmayan bilemez.. Benim
Moğolistan günlerim aklıma geldi.. Bitmiş bir ‘Yurt’un fiyatı yedi bin USD
imiş..
KOÇKOR:
Üçüncü konaklayacağımız Koçkor’a gelirken yine göl
kıyısında karpuzlu konaklama ve tarafımdan göle giriş kaçınılmaz elbet.. Artık
Issıkgöl’ü geçtik ve yollar boyunca gündüz 30 gece 15 derece olan hava
sıcaklığı azalmaya başlayacak..
Keçe yapımının ünlü olduğu bir kasaba burası..
Koyun yünü hallaçlanıp dövülüyor, üzerine motifler
yapılıp sıcak su dökülerek bezli bir hasır ile rulo haline getirilip ayakla
eziliyor.. Sonra daha bir sürü işlem.. Ömür törpüsü gibi bir şey..
Koçkor’daki
konuk evlerimiz çok şekerdi.. Devletin katkılarıyla normal yaşanan aile evleri düzenlenip
organize ediliyor.. Güler yüzlü ev sahipleri kadınlar hizmette kusur etmiyor..
Burada da ikiye bölündük iki ayrı
evde pek rahat ettik doğrusu.. Yine ortak tek tuvalet banyo vardı ama en
azından odalarımızda tek kaldık..
SON GÖL (SONG-KUL):
Artık yükseklere doğru yol alıyoruz.. Yılan gibi dar
engebeli toprak yollardan geçip 3700 metrede manzara molası veriyoruz..
Sonrasında birazcık daha dar ve engebeli toprak yollardan geçmeye başlıyoruz..
Ve işte SON GÖL.. 3100 metrede dünyanın en yüksek
ikinci dağ gölü (Yine Titicaca’dan sonra).. Huzur veren uçsuz bucaksız yaylada
öbek öbek çadır kampları.. At, sığır, tavuk, hindi ve ilerde Yak öküzlerinden
oluşan bir doğa.. İlerdeki kamplardan soğuk göle giren gençleri görüyoruz..
Batayi Adası’na yakın kampımızda kalacağımız dört çadırdan biri yemek çadırı,
diğer üçü 11 kişinin kalacağı çadırlar.. Hanımlar beş kişilik büyük çadırda,
beyler üçer yer yataklı çadırda kalacak..
Mayıs sonundan Eylül sonuna kadar kalınan yaylada
Temmuz itibariyle sıcaklık gündüz sekiz, gece sıfır derece.. Ama ne gam..
Sobalar kuruluyor.. Kurulmasa bile o yün yataklar ve yorganlarla üşümek
imkânsız.. Güler yüzlü candan misafirperver Kırgız hanımları yine el pençe
divan.. Çadırların uzağında, arkasında su bidonu bağlanmış bir alaturka tuvalet
ve diğer uzağında etrafı brandayla çevrili, tepesinde su bidonu olan üstü açık
“banyo” var..
Bu arada ishal olan ben elimde su şişeleri ve ıslak
mendiller ve tuvalet kâğıdı rulolarıyla sürekli doğaya taşınıyorum.. Gündüz ata
binme, at sütü sağma, kımız yapma etkinliklerinden sonra gece çadırda kalmayı
gözü yemeyen dört erkek vatandaş Koçkor’a inince iki ayrı çadırda iki erkek
olarak saltanatımızı ilân ediyoruz.. Hanımlar o kadar sağlam ve eğlenceli
çıktılar ki, giden erkekler adına utandım doğrusu..
Neyse biz devam edelim.. Atlar, sığırlar ve koyunlar
sürü halinde mutlu mesut yaylaya getiriliyor.. Atlar dışında diğer hayvanlar
gece serbest bırakılmıyor, etrafları bir çitle kapatılıyor.. Erkek atlar
gerekince kesiliyor.. Dişi atlar sağılırken arka ayakları bağlanıyor. At sütü
sulandırılmış hafif şekerli süt kıvamında.. Fazla içilirse mideye dokunurmuş..
Hahhah benim halim zaten harap.. Artık ne dokunduysa.. Her türlü yemeği yiyip
bir şey olmayan ben bütün soğuk sulara girmekten mi oldum bilemiyorum. Allahtan
sempatik Kırgız rehberimiz İlyas (İliaz) kömürlü bir ilâç verdi de kendime
geldim.. İlyas, Türkiye Manas Üniversitesinde okumuş, 28 yaşında evli, çok
sempatik zeki bir çocuk.. Sevimli Türkçesiyle de bizi çok güldürdü..
Akşam yemek çadırında votkalı kutlama, gece
yıldızların altında dans ve ilâhi bir huzur.. Hasta da olsam, tek başıma gece
karanlığında ıssız yaylaya taşınırken bile hiç korkmuyorum.. Tuhaf bir kutsanma
yaşar gibiyiz hepimiz.. Ana-baba sıcaklığında korumaya alınmış hissediyoruz..
Gece ayaz ama üşümüyoruz..
TOKMOK’TA BURANA KULESİ:
Bişkek’e bir saat mesafedeki Tokmok kentindeki Burana
kalesine Son Göl’den üç saate yakın zamanda önce Tanrı dağlarından kıvrılarak,
sonra aşağıda baraj gölü kıyısından hareketle daha düzgün yollardan varıyoruz..
Tokmok kenti, bir ara başkent olması düşünülen fakat
sel tehlikesi nedeniyle vazgeçilen bir kent. Hüsnü Mübarek’in eğitim aldığı
Hava Harb Okulu ile cam ve deri sanayi de burada..
Sekizgen tabanlı Burana Kulesi, Karahanlılar zamanında
yapılmış.. Şehrin o zamanki adı Balasagun imiş. Depremde yıkılan minarenin 25
metrelik kısmı halen turist çekiyor.. Mezar yolu boyunca dizilen Balbal’lar,
Arapça yazılı mezar taşları taşınma sonucu yıpranmış görünüyor..
1016 yılında Balasagun’da dünyaya gelen Yusuf Has
Hacip; felsefe, tıp, matematik ve siyaset dallarında Kaşgar ve Buhara’da eğitim
almış. Sonuçta Türk Edebiyatında bir ilk olan 6645 beyitli Kutadgu Bilig’i(Kutsanan
Bilgi) yazmış..
KISA KISA:
Kırgızlar, 20. yüzyıla kadar Arap, 1928den sonra
Lâtin, 1948’den itibaren Kiril alfabesini kullanmışlar.
Ülke 2005 ve 2010’da iki darbe görmüş. Halen
parlamenter sistemle idare edilmekte.
Eğitim ve sağlık ücretsiz. Okuma yazma oranı % 93.. 16
Türk Okulu ve 2 Türk üniversitesi var. Maalesef Türk okullarında kız erkek
ayrımı varmış.
Türk dünyasının belki de en fakir ülkesi Kırgızistan.
Dağlık bölgelerde yarış atları yetiştiriliyor, tavşan besleniyor ve arıcılık
yapılıyor. Ayrıca makine, otomotiv, gıda, çimento, cam ve konserve fabrikaları
mevcut.
Para birimi SOM. 1 USD=69 SOM (Temmuz 2017)
Kalpak kültürü de önemliymiş. Renk ve şekillerine göre
sosyal statü ve saygınlığı temsil ediyorlarmış..
YEME-İÇME:
Kısrak sütünün ekşitilmesiyle elde edilen KIMIZ ile
deve sütünün ekşitilmesiyle elde edilen ŞUBAT Kırgızların millî içecekleri.
Bunlar, bekletildikleri her gün alkol yüzdesi artan içecekler..
Biş parmaq (beş parmak), Kırgızların en meşhur yemeği
olup çoğunluk at etinden yapılıyor. Kesme denilen ince kesilmiş hamurun üstüne
çok küçük doğranmış et ve soğandan oluşan sosun ilâve edilmesiyle oluşuyor..
Özel olarak beş parmakla yendiği için bu adı almış..
Bunun dışında Kırgız pilâvı (pilof) ve şiş (şaşlık),
en çok tüketilen yemekler.
Her fırın ekmeğinde ekmeği yapan fırının mührü var.
Kırgızlar, evlerine ilk gelen misafirlere tuz ve ekmek
ikram ederlermiş. Bunlardan bir parça almazlarsa, ev sahibine düşmanca duygular
beslediğine inanılırmış..
Çorbalar, kaşıksız direkt kâseden içiliyor.
Yemeklerde ‘Aksakal’ kuralı var. Diğer doğu bloku
ülkelerdeki “Tamada” kültürüne çok benziyor. En yaşlı ve saygın kişi masa
başına oturtuluyor ve ondan bir yemek konuşması yapması isteniyor.
Kırgızlar yemeğe gelen misafirlerine artan yemekleri
paketleyip veriyorlarmış. Almamak hakaret sayılıyormuş. Bence güzel bir
gelenek. Yemekler yabana gitmez.
Özbek Hava
Yolları’nın tamamen dolu uçağına giriş için bekleyen bavul ticaretçi çoğu
kadın, can havliyle ellerindeki fazla eşyaları bize paylaştırmaya çalışırken, altın
dişlerini göstere göstere gülümsemelerini de ihmal etmiyorlardı.. Belli ki
genellikle tombul orta yaş kuşağının halen kariyer göstergesi bu altın dişler..
Eee altın rezervinde dünya dördüncüsü ülkeden de bu beklenir.
Orta
Asya Türk Cumhuriyetleri’nin en zengini kabul edilen ülkenin uranyum rezervi
dünyada 11’inci. Altın rezervi dünyada 4’üncü. Üretimleri de 7’nci sırada. Yine
doğalgazda dünyada 11’nci. Ayrıca dünyanın en büyük pamuk üretimcisi ve
ihracatcısı. Eeee bunlar niye bize geliyor çalışmaya o zaman? Hiç anlamadım bu
işi ya neyse..
Nevruz’da
başkent Taşkent’e vardığımızda (4,5 saat sürüyor), geniş caddeler,düz ayak bir
şehir gayet trafiksiz bir şekilde karşımıza çıkıyor. Toprakları tuzlu, uçsuz
bucaksız stepler üzerine itinayla oluşturulmuş yeşillikler, geçmiş tarihin
izleriyle zenginleşmiş ve bütünleşmiş görünüyor.
Kırgızistan
sınırına yaslanmış Taşkent, önce geniş caddeler açılarak imar edilmiş gayet
ferah bir kent. Tabii Nevruz bayramı dolayısıyla tatilin sakinliği de vardı.
8. yüzyılda
Müslümanlığın,1865’te Çarlık Rusya’sının,1917 Bolşevik devrimiyle Komünist
rejimin geldiği ülke, yüzyıllar boyunca Timurlular, Harzemşahlar, Şaybaniler,
Babürlüler ile Buhara Emirliği, Kokand ve Hive Hanlıklarına ev sahipliği
yapmış.
31
Ağustos 1991’deki bağımsızlıklarıyla beraber hem dinlerine hem de birçoğu
tahrip edilmiş tarihi miraslarına kavuşmuş.
Timur
ve torunu Uluğ Bey’den kalan eserler ağaç ve mermer oymacılığının şaheserleri
olarak Buhara ve ipek yolu kavşağındaki ünlü Semerkand’da hayranlık
uyandırıyor.
Buhara,
içindeki bozulmamış birçok İslâm medeniyetine ait eserleri ile şehir olarak
Unesco Dünya Kültür Mirası listesine alınmış.
Semerkand
öyle değil. Günümüzde 600 bini geçen nüfusuyla bir büyük şehir haline gelmiş, içindeki
eserlerle de oynanmış olduğundan listeye girememiş.
Ama
ünlü Registan kompleksindeki Tilla Kari Camii kubbesiyle listeye girmiş. Ve
elbette İpekyolu kavşağında olmasıyla önem kazanıyor.
Türkçe
kelimelerin yakınlığı ve bolluğu “işte ata yurdumuz!” dedirtiyor. Ülkenin
güneyi tarım ürünleri bakımından zengin. Kuzeybatıdaki Aral Gölü artık
kuruduğundan ve de tuzlu olduğundan işe yaramıyormuş. Bu nedenle kuzey bölgeler
sanayi için ayrılmış. Türkiye’den yatırımcıları bekliyor. Sanırım 20 yıl sonra
çok şey toparlanacak. Şu anda bizim 60 yıl öncemizi hatırlatıyorlar.
Rus
disipliniyle Türk-İslâm gelenekleri birleşince ortaya yerli yerinde, ölçülü,
güleryüzlü, sempatik insan tipi çıkmış. Türkiye’ye vize kalkınca bizden çok şey
bekliyorlar elbet. Şimdilik Kazak işadamları ve Rus tüccarlar duruma hakim
görünüyor. Fakat Tv dizilerimiz burada da tavan yapmış. Özellikle ‘İstanbullu
Gelin’. Türkiye’den olduğumuzu öğrenen genç yaşlı herkes fotoğraf çektirme
yarışına girdi. Hepsinin içinde Türkiye’ye gelme arzusu var. Zaten dönüş
uçağımız çalışmak için gelenlerle tıklım tıklım doluydu.
Kadınlar
yani Özbekçe ‘Ayallar’, yurt dışında çalışanların başında geliyor. Erkekler
yani Özbekçe ‘erkaklar’ ise daha sade, razı olmuş halleriyle ülkelerinde
direnmeye devam ediyor.
GENEL:
Ülke,
447 bin kilometrekare yüzölçümünde. 32,5milyon nüfuslu (2017
sayımı). Komşuları Kırgızistan, Kazakistan,Tacikistan, Türkmenistan, Afganistan.
Başkent
Taşkent 3 milyon dolaylarında, Buhara 300.000, Semerkand ise 600.000’i geçmiş.
Para
birimi SUM. 1 Dolar (Mart 2018) 8200 Sum idi. Yine Mart ayında Taşkent 16-21
derece, Semerkand ve Buhara daha sıcaktı.
%70’i
Özbek, %15 diğer Türk boyları, %10 Rus, %5 diğer.
% 93Müslüman,
%7 Hristiyan ve diğer..
Türk
nüfusunun tamamına yakını Müslüman ve ağırlık Nakşibendi.
İlk
parlamento seçimi 1994’te yapılmış. Özbekistan Cumhuriyeti AGIK, BM ve diğer
uluslar arası kuruluşlara üye. Bir devlet televizyonu ve yayın kuruluşu var.. Başkanlık
sistemiyle yönetilen ülkede bağımsızlığından 2016’ya kadar Cumhurbaşkanlığını
İslâm Kerimov yapmış. 2016’da ölünce yerine başbakan Şavkat Mirziyoyev gelmiş.
Milletvekilleri ve cumhurbaşkanı 5 yıllığına seçiliyor. Son parlamento
seçiminin 21 Aralık 2014’te yapıldığı ülkede, senato ve yasama meclisinden
oluşan 2 kanatlı parlamento bulunuyor. Yasama meclisinde Liberal Demokrat
Parti, Milli Diriliş Partisi, Halk Demokrat Partisi, Adalet Sosyal Demokrat
Partisi’nin sandalyeleri bulunuyor.
Gayrı
safi milli hasıla 2220 Dolar. Enflasyon %9 olarak kayıtlara geçmiş.
Halk
yeni cumhurbaşkanlarını seviyor ve yenilikçi buluyor.
TAŞKENT’TE:
Deprem
anıtı, Uygulamalı Sanatlar Müzesi, Emir Timur Meydanı ve Müzesi, Bağımsızlık
Meydanı, Alişir Nevai Tiyatrosu, Burak Han Medresesi, Kaffal Şaşi Türbesi, ve müzedeki Hz. Osman dönemine ait orijinal
Kur’an-ı Kerim görülmesi gereken yerler. Sonra Özbek pilavlı yemekler sizi
bekliyor.
BUHARA’DA:
Pers
kahramanı Siyavuş’un köşe taşını diktiği, Pers Hanedanlığı Samanilerin Pers
bilim, kültür ve sanat merkezi haline getirdiği Buhara’ya, Taşkent’ten yerel
hava yollarıyla bir saatlik uçuşla varılıyor. Moğol istilâsından nasibini almış
olsa da yeniden inşa edilmiş, güzel, pastoral ve de çoğunlukla Taciklerin
yaşadığı bir şehir. Meşhur Samani Parkı’ndaki İsmail Samani Türbesinden, Eyyüb
Peygamber çeşmesi ve de türbesine, Uluğ Bey Medresesinden, Bolo Havuz Camii’ne,
surlarıyla meşhur, ’şehir içinde şehir’ Ark Kalesi’nden, Şah-ı Nakşibendi
türbelerine, Buhara emirlerinin yazlık saraylarından, ünlü Buhara halılarının
çarşısına gidilecek, imalâtlar yerinde görülecek, hayran kalınacak, özel incir
ağaçlarıyla ipek böceği ve ipek üretiminin ne denli şaşırtıcı hikayesiyle
nutkunuz tutulacak… Ee, sonra Leb-i Havuz’da bir gezinti yaptıktan sonra merkezi
Chaikana’da bir çay molasını hak edeceksiniz artık. Daha bitmedi, Leb-i
Havuz’un kuzeydoğusundaki Çar Minar’a (cehar minar-dört minare) geleceksiniz.
18. Yüzyılda yapılmış, her biri turkuaz kubbeli minareler Hristiyanlık ve
Budizm gibi dünya dinlerinin felsefelerini de temsil eden mozaiklerle süslü.. Eh
ben de dayanamayıp tepesinde bir arya attırıyorum.
Gün
batımını izlerken sizi Özbek pilavlı ve müzikli restoranlar dinlendirecek.
İçenler Buhara votkasını deneyebilirler elbette.
SEMERKAND’DA:
Buhara’dan
kara yoluyla (265km.) vardığımız Semerkand, rehbere göre 600 bin nüfuslu koca
şehir olmuş. Burada da dünyanın en etkileyici başyapıtlarından Registan Meydanı
ve Uluğ Bey Medresesi ve Rasathanesi şaşırtıyor. Şirdar ve Tilla Kari
Medreseleri de cabası. Medreseleri süsleyen detaylı mozaiklere hayran kalmamak
mümkün değil. Ve İmam Buhari Türbesi ve Külliyesi, Şah-ı Zinde Türbesi, Bibi Hanım
Türbesi, Hazreti Hızır Camii ve Hazreti Danyal Türbesi de sizi bekleyenlerden.
Semerkand, Büyük İskender’in ‘zamansız güzellik’ deyimine o kadar uyuyor ki.
OL
HİKÂYEDİR Kİ:
1370-1405
yılları arasında hüküm süren Timurlenk, dünyanın en korkulan fatih ve
hükümdarlarından biri olarak biliniyor. Tarihçiler, Timur’un 14. Yüzyıl
sonlarında Avrasya’da imparatorluk topraklarını genişletirken dünya nüfusunun
yüzde beşinin ölümüne sebep olduğunu yazıyor.
Özbekistan,
Timur’u milli kahraman ilân edip onun döneminden kalan birçok tarihsel anıtı
restore etmiş.
Timur
imparatorluk başkenti olarak Semerkand’ı seçmiş.. Bunun üzerine şehir gelişmiş,
önemli bir kültür merkezi haline gelmiş. Kentteki saraylar, camiler, medreseler
ve türbelerin çoğu mavi çinilerle kaplı devasa eserler. Bütün bu dev eserler
orada yaşayanlara hükmeder gibi duruyor. Meselâ Şah-ı Zinde Türbesi 11. Yüzyıldan
19. Yüzyıla kadar ilavelerle büyümüş. Timur’un akrabaları ile Hz. Muhammed
Peygamberin kuzeninin mezarları burada. Mesela 450 mermer sütunu olan Bibi
Hanım Camii, Hindistan seferinin ardından (14. Yüzyıl) inşa edilmiş ve inşaatta
100 fil kullanılmış.
Aaa, bu
arada size bi dedikodu vereyim; bu Bibi Hatun var ya Timur’un karısı. Timur
seferdeyken ona sürpriz bir cami yaptırmak istemiş. Çok güzel bir kadınmış. Bu
iş için ünlü bir mimarla anlaşmış. Fakat o da ne, mimar Bibi’ye aşık olmuş.
Kendisine bir öpücük verirse camiyi çabucak bitirebileceğini, yoksa
yavaşlatacağını söylemiş. Mimara bak sen. Korkulur bunlardan. Vermiş Bibi
öpücüğü. Hehheh. Bibi’ye bak sen. Koskoca imparator karısı mimara mı taviz
verecek? Belli ki o da gönüllü. Veriş o veriş. E, napsın, koca aylarca yok.
Timurcuk başka yerleri fethedip hallederken Mimar da Bibi’yi halletmiş.
Aralarında müthiş bir aşk yaşanmış gizlice. Dedikodu bu ya. Hiç kaçırmam
evvelallah..
İmparatorluk
sınırlarını bugünkü Hindistan’dan Türkiye’ye, Rusya’dan Suudi Arabistan’a kadar
genişleten Timur’un hükümdarlık merkezi Semerkand’daki Registan meydanıymış.
Bir zamanlar fermanların ilân edildiği, kafaların kesildiği meydanda bugün
müzik festivalleri dahil birçok etkinlik düzenleniyor. 1405’te ölen Timur’un
mezarı Gür-i Emir Türbesinde bulunuyor. Çok sayıda altın kaplaması olan türbede
dünyanın en büyük yeşim taşlarından biri kullanılmış. Timur’un torunu ve
imparatorluğun üçüncü sultanı Mirza Uluğ Bey, matematikçi ve şair kimliğiyle
öne çıkmış bir kişi. 1428’de inşa ettirdiği rasathanesiyle ünlü. Oğlu, yerine
geçmek için kafasını kestirmiş.
Bu
arada belirteyim; Türk Hava Yolları 16 Mart 2018’den itibaren Semerkant’a
direkt seferler başlattı. İpek Yolu kavşağının buğulu merkezi daha çok
Tacikistan’dan gelenlerle doluydu.
FERGANA
VADİSİ VE KHİVA:
İşte
siz siz olun mutlaka Unesco Dünya Mirası tarihi ve antik kalıntılarıyla meşhur
en batıdaki Khiva ile en doğudaki doğal zenginliklerle dolu Fergana’ya gitmeden
dönmeyin. Biz maalesef gidemedik de.
BİRAZ
DAHA TARİHÇE:
Özbekistan
adı, tarihi kaynaklara göre Altunordu Beyi Özbek’in adından geliyormuş. Özbek
Han 1313-1340’ta Altunordu Devletinin başına geçmiş ve bu devlete Özbekler
denmiş.
Altunordu
Hanlığı, Cengiz hanın torunu Batı Han tarafından kurulmuş. Bu Hanlık 1319’da
Tuna boylarına ve Edirne’ye kadar gelmiş. Biz uçakla zor gidiyoruz yahu. Bazen
şüpheleniyorum bunlardan, bilmediğimiz araçlar mı yapmışlar diye. 1335’de de
Azerbaycan seferini yapmış. Bir de bize gezgin diyorlar. Uçakla trenle dedem de
gider. Aman neyse, ünlü gezgin İbn Batuta da bahsetmiş bu Batı Han’ın ne denli
güçlü olduğundan. Artık uçtu mu bilemiyorum arkadaşlar. Devam ediyorum:
O
dönemde Kıpçak boylarının Türkçe konuştuğu ve 1428-1468 arasında Özbeklerin
müthiş bir dayanışma içinde olduğu ve 1510’da da Maveraünnehir’i ele geçirdiği
yazıyor. Ancak, 1740’da İran, Buhara’yı ele geçirmiş ve buradaki Özbek
hanlığına son vermiş. Buhara’nın başına 1753’te Muhammed Rahim geçmiş ve bu
dönem 1920’ye kadar sürmüş. 1924’te ise bugünkü Özbekistan Cumhuriyeti
kurulmuş. Öncesi sonrası başta anlattığım gibi.
Pamuk, Altın ve Altın Gibi İnsanlar Ülkesi: Özbekistan
Özbekistan sadece bir ülke adı değil benim için, bir şahdamar… Bir sevda, bir özlem, bir hicran… Yaşlı Asya kıtasında bir coğrafya değil; pamuk, altın ve altın gibi güzel insanların yaşadığı yerin, güvenli toprakların adıdır.
Ortalama bir hesapla dünyanın yarısını görme şansım oldu. Diyebilirim ki, karakteri, gelenekleri hatta kaderi Özbekistan kadar bizimkine benzeyen başka bir ülkeye rastlamadım.
Kolay değil bu ülkeyi anlatmak. Çünkü binlerce başlık üşüşüyor beynime, nereden başlasam bilemiyorum.
Sayısız kereler gittim Özbekistan’a, aylarca, mevsimlerce kaldım. Yaşadıkça, tanıdıkça sevdim bu ülkeyi ve insanlarını. Bizim millet olarak birçok gelenek, sanat ve davranışımızın köklerinin bu topraklara dayandığını görmek şaşırtıcı olduğu kadar ilgi çekiciydi. Ne Orta Asya’dan ayrılışımızın üzerinden asırlar geçmesi, ne de onların 70 yıl çok farklı bir kültür türbülansına girmeleri bu benzerliği bozamamış. Mimarinin, süsleme sanatının, edebiyat anlayışımızın neredeyse aynı olması yanında, fert olarak aynı biçimde öfkelenmemize, aynı mimikle gülmemize, benzer olaylara aynı tepkileri göstermemize ne demeli? Asırlar sonra bile bu kadar mı birbirine benzer?
Topkapı Sarayı ile Özbekistan’daki müzelerin içinde birbirine pek yakın… Aynı zevk ve renk seçimi, aynı mavi, aynı kırmızı, aynı mantık.
Türkiye’de en makbul dini kitapların ve din adamlarının yarıdan fazlası bu topraklara ait. İmam-ı Buhari, İmam-ı Tirmizi, İmam-ı Nakşibendi, İmamı-ı Maturidi, Uluğ Bey ilk akla gelenler.
Bizim ünlü Enver Paşamız da, kahramanlık heyecanlarına bu topraklarda devam etmek istemiş ve burada şehit olmuş.
Taşkent’deyiz…
Ve, beş saate yakın ve yorucu yolculuğun sonunda tekerleklerini Taşkent toprağına değdiren uçağımız bir görevini daha yapmanın mutluluğu içinde kendini bekleyenlerin önünde durdu yavaşça. Uzun sayılabilecek bir zamandan sonra biz de uçağı boşaltmaya başladık mutlu, kocaman bir merakla. Taşkent Havaalanı belli ki yakın bir geçmişte büyük ölçüde elden geçirilmiş, büyütülmüştü.
Sabahın ışıkla kucaklaştığı ilk anlar… Oldukça geniş ve temiz caddelerden geçerek on dakika sonra Taşkent’in merkezinde idik işte. Dört gidiş, dört gelişli caddelerin iki yanına eklenen on’ar metrelik ağaçlı yürüme şeritleri hemen dikkat çekiyordu.
Kalacağımız otele yerleştikten sadece bir saat sonra şehre bıraktık kendimizi. Öyle ya, dinlenmeye gelmemiştik üç milyonluk bu şehre.
Yaşadığı büyük depremden sonra 1968’de adeta yeniden inşa edilmiş bir başkent bu Taşkent. “Sakın metroyu denemeyi unutmayın” diyenlere uyarak üç hatlı metroya daldık. Anladık ki, daldığımız sadece bir metro değil, koskocaman bir âlem… Her durak, adını aldığı isme uygun, birbirinden çok farklı düzenlenmiş. Mesela, “Kozmonotlar durağı” tam bir uzay üssü gibi… “Pahtakâr” yani “Pamukçu Durağı”nın ise pamuk tarlasından farkı yok.
Burada bir çok meydan ve bulvarın adı Emir Timur adını taşıyor. Devletini İzmir’den Hindistan’a kadar genişleten, bizim buruk bir acıyla kabullenmeye yanaşmadığımız Timur, Özbekistan için bir bakıma Atatürk demek. Her ne kadar Yıldırım Beyazıt’ı Ankara’da kendi topraklarımızda mağlup etse, Osmanlı’ya büyük bir darbe vurmuş olsa da dünyanın tanıdığı en büyük devlet adamlarından biridir tartışmasız.
Tarih kokan, tarih soluyan 2020 yıllık bir şehir Taşkent. Kukeltaş Medresesi, Barakhan, yeşillikler için-deki muhteşem Alişir Nevai Anıtı, nefis granit işçiliği sergileyen deprem heykeli, şehitlik… Dolaşmadık, adeta yudumladık soluk soluğa… Yeniden kurulmanın bütün avantajlarını iyi kullanmış, modern ve rahat, huzur veren bir kent burası. Yeni ile eski sarmaş dolaş…
Rengarenk elbiseler giymiş güleç bayanlar, düzgün görünümlü erkekler, hiç de fena yaşlanmadığı anlaşılan amcalar var tertemiz caddelerde. Caddelerden birinin adı, Atatürk.
Nisan ortalarında erken başlayan ılık bir bahar esintisinin aralıklarından etrafı süzerken tarih ve anılar film kareleri gibi geçiyor gözümün önünden… Tarih ki, çığlık çığlığa… Anılar ki, kanatlarında ebemkuşağı, derinliklerinde burukluk…
Buraları bizim için sadece tarih değil, ata yurdu… Cildi dağılmış tarih kitabının sayfaları zihnimin her köşesine savrulmuş gibi… Sanki bugünden çıktım, kuytu köşelerindeyim zaman tünelinin.
Arkadaşımın bir şey sormak için koluma yapışmasıyla gelebildim bugüne. Bir hoş ediyor, sarsıyor, düşündürüyor, alıp götürüyor ruhunuzu şu Taşkent şehri.
Ayrıca burada başarılı işler yapan Haluk Bayatlı, Ahmet ve Adnan Demir, Fuat Em, Mithat Kara, Murat Dedeman (Dedeman Otel), Efendi Restoran’ın sahibi Turgay bey, Uğur Akın gibi Türkiye’den değerli insanların varlığı da ayrı bir güzellik.
Geceleri de renkli yaşamlara hazır bir kent Taşkent. Eğlence kulübü olarak organize olmuş kimi büyük restoranlarda çarpıcı şovlar var. Görünce anlıyorsunuz ki, “Anadolu Ateşi” gibi ateşin gösteriler sadece Türkiye’de yok.
Bu gelişimde iki nokta dikkatimi çekti özellikle: Ekonomik gelişmeler yavaş ama patlamaya hazırlanıyor gibi. İkincisi de: Amerika’ya çok net biçimde tavır koymuş ve askeri üsler ve büyük şirketler dâhil ABD’lileri ülkesinden kovmuş bir yönetim ülkeye tam egemen. İşbirliğinde yeni rota da belli, Rusya… Rus şirketleri dev adımlarla büyüyor. Daiwoo gibi şirketleri yabancıların elinden alanlar Rus firmalar genelde. Bunun sonucu olarak yıllardır Özbekistan’dan Rusya’ya devam eden insan göçü tersine dönmeye başlamış. Türk firmalar da eskiye oranla daha bilinçli ve daha güçlü yol alıyor.
Türkiye’nin bu ülkeyle daha çok ilgilenmesi, yeni ve dinamik stratejiler geliştirmesi şart. Yoksa atı alan sadece Üsküdar’ı değil Orta Asya’yı bile geçecek.
Semerkant yollarında
Değerli dost, Türk Standartlar Enstitüsü Eski Bölge Müdürü Yusuf Yılmaz “Semerkant’a benim otomobille gidelim, gezdireyim sizi” deyince tereddüt etmeden kabul ettik, hatta uçtuk.
Yoldayız… Özbekler uğurlarken böyle diyor: “Ak yol!” Karşılarken de “Hoş gelipsiz…”Teşekkür ederken “Rahmet”
Ne güzel geliyor kulağa bu kelimeler…
Dünyanın en eski, en önemli, en otantik, adına en çok kitap yazılan şehirlerinden biri Semerkant… Şimdi o yoldayız. Mustafa Balbay, gezi kitabında Taşkent – Semerkant yolunu Denizli’den Aydın’a gidiş yoluna benzetmiş, haksız değil.
Her yerde göreceğimiz büyük tabelalardan birinin önünden geçiyoruz: Özbekistan keleceğin boyük davle-tidir! Yazının altında: İslam Kerimov. Özbekistan’ın her şeyi İslam Kerimov. 1980’li yıllardan, yani Sovyetler döneminden beri Özbekistan’ın bir numaralı lideri… 1995’te kendisini ziyarete gelen zamanın Türkiye Başbakanı Tansu Çiller’e:
“Size misafir muamelesi yapmayacağım, burası sizin ana yurdunuz… Ülkene dönmek için de acele etme, gerekirse seninle gelir birikmiş işlerine yardım ederim” diyecek kadar içten olabilen bir devlet başkanı. Ama çok kırılgan, alıngan ve kuşkulu. O yüzden ilişkiler sık sık dalgalanıyor, hırçın denizler misali.
Gülistan diye bir yerden geçtikten az sonra kendimizi birden Kazakistan topraklarında bulduk. Böylesini ilk görüyorum. Yusuf Bey açıklıyor: SSCB dağılınca Kazakistan ve Özbekistan sınırları eski şekliyle oluşmuş ama Semerkant yolunun 23 kilometrelik bölümü Kazak sınırında kalmış. Şehir Özbekistan’ın, yol Kazaklar’ın! Sonuçta anlaşmışlar, Özbekler bir o kadar toprağı geçici olarak Kazaklar’a vermiş. Sınırı tabelalarla da belirtmişler. Keşke bütün sorunlar böyle çözülse…
Otomobilin teybinde güzel bir Özbek şarkısı: “Yalan, ölümden başkası yalan…” Amerika’da yaşayan ünlü şarkıcıları Yıldız Osmanova söylüyor. Yani onların Sezen Aksu’su. Yıllar sonra bu şarkı Candan Erçetin’in dilinden bizde de bir hayli ünlü oldu.
Semerkant’a yaklaşırken, Fatih Sultan Mehmet döneminde uzunca bir zaman İstanbul’da kalan uzay bilimci Uluğ Bey’in rasathanesini ve müzesini de gezdik. Müthiş adammış şu Uluğ Bey…
Geçen yüzyılda bu rasathaneyi bulup çıkaran bir Rus araştırmacı Uluğ Bey’den ve onun rasathanesinden o kadar çok etkilenmiş ki “Ölünce beni Rasathane’nin yanına gömün” demiş. Öyle de yapmışlar.
Uzayla ilgili herkesin hayranlığı var aslında Uluğ Beye. Sadece yaşlı dünyamızda değil gökyüzünde de yaşıyor onun ismi. Uzaya ilk ayak basıldıktan sonra ayda üç kratere isim verildi: Galile, Copernicus ve Uluğ Bey…
Dört saatlik Semerkant yolculuğumuz tamamlanmak üzere…
Üç bin yıllık şehrin binaları görülünce solda bir mezarlık çıkıyor önümüze. Duruyoruz ve içine giriyoruz. Türklerin bin yıllık “İtikat imamı” İmam-ı Maturidi’nin kabri buradaymış meğer. Bakımsız, kendi halinde bu kabri ziyaret etmek iyi geldi hepimize.
Semarkant, eski bir dostun yürekten kucaklaması gibi karşılıyor bizi.. Neredeyse her taraf eski yapı, yüksek bina az.
Semerkant’ta Nâzım’ı hatırlamak
Açtığımız ilk kapı, burada ayakkabı fabrikası kuran Ankaralı bir vatandaşımıza ait. Buraya hayran biri, işler-den o kadar değilse de burada olmaktan çok memnun. Bize hemen çay ikram etti. Porselen çaydanlıklarda hazırlanan çayı yine porselen kulpsuz büyük fincanla yani “Piyale” lerde içtik. Koyu mavinin harika bir tonu ile yaldızlı deseni var piyalelerin. Bunlardan şekersiz çay yudumlamak bir hayli keyifli. Buralarda adet, piyaleye çok az çay koymak. “Çayını hemen bitir ki, sana birkaç kere daha çay koyma şerefine erişeyim” demekmiş işin sırrı. O yüzden bir oturuşta 8-10 piyale çay içmek işten değil. “Kök çay”dedikleri yeşil çay dinlendirdi bizi.
Dinlenince şehre daldık bir hevesle. Timur’un türbesine yöneldik ilkin. Son derece bakımlı ve çok yeni her şey. İki katlı. İslam Kerimov yenilemiş buraları.
Timur’dan sonra, az ilerideki “Registan Meydanı” ndayız şimdi… Hani, Özbekistanı’ı anlatan tüm kartpostallardaki ünlü meydan.
Üç büyük medresenin buluşma notasında bir alan burası. Uluğ Bey, Tilla Kâri ve Serdor Medreseleri’nin orta yerinde güzel bir havuzdan yükselen fıskiyeler…
Bibi Hanım Medresesi’ni de gördükten sonra Şah-ı Zinde Türbesi’ndeyiz… Peygamber Efendimizin sahabelerinden (aziz arkadaşlarından) birine ait bu tarihi türbe. Bakımlı olmasa da çarpıcı bir etkisi var. Büyülendik desek yeridir.
Şah-ı Zinde’den sonra çok açıktık. Bibi Hanım’ın karşısındaki kebapçılara attık canımızı. Herkes önceden biliyor burada “Şaşlık” yemenin şart olduğunu. Bildiğimiz şişin az büyüğü ama köyde nefis pişmiş mübarekler. Bilmem kaçar şiş yedik. Biraz da ünlü Özbek pilavı tabii… Safrandan ve onların “Sarı ot” dediği havuçtan aldığı sarı görünüm ve haşlanmış, iri sarımsakla doyumsuz bir tat. Hep bir ağızdan şunu tekrarladık: “Boşuna bu kadar ünlü değil bu Özbek Pilavı…” Fiyatlar da o kadar ucuz ki…
Hava karardı… Koyu lacivert, parlak bir gece bütün büyüleyiciliği ile üstümüze gelip yerleşmek üzere.
Gecenin bir saati gökyüzüne baktım, aman Allahım o ne! Göğün tavanı bu kadar mı yakın bize? Gökyüzünde bu kadar mı çok yıldız var? Kendimizi biraz yukarı çeksek yıldızlara değecek sanki başımız. Alttan süzerek baktığımız, lacivert gökyüzü değil, büyüleyici bir esmer fettan sanki… Yüksek topuklu burjuva güzeli, siyah dantel çoraplı şuh bir âfet-i devran…
Gel de şair olma buralarda, ya da geveze… Çünkü alıp götürüyor insanı simsiyah gece, perde perde…
Perde deyince, üstelik atın ana vatanında, büyük gurbet şairlerinden Nâzım düşüveriyor aklıma:
Nal sesleri sönüyor perde perde
atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde
Atlılar atlılar, kızıl atlılar
atları rüzgâr kanatlılar!
Atları rüzgâr kanat…
Atları rüzgâr…
Atları…
At…
Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!
Özbekistan’da Galatasaray mezunu bir Maliye Bakanı
Bir hayli yaşlı ama dinç, şahin bakışlı… Daha ilk bakışta insanı saygıya davet eden bir duruş…
Tanışıyoruz. “Ben” diyor “Türkiye’de Galatasaray’dan mezunum, ama tam 70 yıl önce. Adım Enver.”
“İlk mektebi okudum Galatasaray’da, leyli okudum, yatılı diyorsunuz siz şimdi.”
Orta Asya’nın tam ortasında Taşkent’te karşıma çıkan bu enfes İstanbul Türkçesi’nin şaşkınlığını atar atmaz soruyorum:
“Yıl kaçtı?”
“1923’ler efendim… Tam beş sene okudum Galatasaray’da. Âli dereceyle mezun oldum, şahadetnamem var. Çok güzeldi İstanbul, çok… Birkaç yıl önce nasip oldu tekrar vardım İstanbul’a. O kadar cazip gelmedi. Bir kalabalık ki… Hanım da yanımdaydı.
“1923’lerde nasıl gidebildiniz İstanbul’a, kolay olmamalı?”
“Efendim, rahmetli babam, varlıklı bir tacir-lerdendi. Tahsilin kıymetini bilirdi, seni İstanbul’a, Dersaadet’e yollayacağım, dedi. O zamanlar Çin’de Urumçi’de yaşardık. Uzatmamayım efendim, İstanbul’a gittik babamla. Mektebe kaydolduk. Leyliyim, 24 saatimin hepsi okulda geçiyor. Gurbet zor geliyor 7 yaşındaki çocuğa. Ama sonra alıştım. Devrin meşhur muallimleri geliyor derslere, içlerinde Fransızlar da var.”
Artık Türkiye’de bile hatırlanmayan bir yığın ünlünün ismini sıralıyor. Konuyu kendi sularıma çekebilmek için araya giriyorum:
“O yıllara ait unutamadığınız anılarınız olmalı. Lütfeder misiniz?”
“Hatıra mı demek istediniz? Çok var tabii ki. Birini anlatayım. Taksim heykeli dikilirken oradaydım… Parça parça getirip monte ettiler, okuldan ayrılıp seyre giderdik. En unutamadıklarımdan biri de Atatürk’ü Dolmabahçe Sarayı’nda ziyaretimizdir. Hocalarımız götürdü bizi topluca Dolmabahçe’ye.”
“Başka var mı hatıranız?”
“Ramazan idi… İkinci sınıfım ama oruç tutuyorum, alışmışım. Sahur imkânımız olmamasına rağmen oruca devam ediyorum. Bunu fark eden hocalardan biri vazgeçirmeye çalıştı. Çocuksun, sana lazım değil filan diye. Olmaz, deyince sertleşti. Zorla ağzıma kaşık sokarak orucumu bozmaya çalıştı, korktum. Hiç unutamıyorum.”
“Daha sonraları nasıl oldu Türkiye ile ilişkiniz?”
“Daha sonra Özbekistan’a yerleştik. Ben Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’nde Maliye Bakanı oldum. Türkiye’yi unutmadım, gelen gidenle Türkçe kitaplar getirttim, onları okudum hep. Zaten birkaç yıl önce İstanbul’a tekrar vardığımda mektebime gittim, aynı sınıfı bulup oturdum. Nerede Türk malı görsem satın alırım şimdi. Bir gün evime teşrif edin göstereyim kitaplarımı.”
MERAKLISINA NOT: Galatasaraylı Enver Efendi’nin Maliye Bakanlığı yaptığı Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti, 1949 yılında Ruslar tarafından yıkıldı. Son Cumhurbaşkanı olan Ali Han Töre’nin oğlu, Doç. Dr. Kutlukhan Şakirov, İstanbul’a yerleşti ve bir yayınevinde çalışıyor.
Bazı kelimelere dikkat
Özbekçe Türkçeye çok yakın. Daha ilk günden konuşulanların üçte birini anlıyorsunuz. Bir hafta sonra yarısını. Ancak bazı kelimeler hem bizde hem Özbekçe’de olduğu halde anlamları birbirine zıt:
Bardak: Dönek, orospu gibi değişken.
Durak: Ahmak
Kerhane: İşyeri
Yaman: Kötü, yaramaz insan
Fukara: Vatandaş (Özbek vatandaşı anlamında Özbek Fukarası diyorlar.)
Sadece kelimeler değil, bazı davranışlar da sizi şaşırtabilir. Mesela, cadde kenarlarında sıkça güzel bayanların özel otoları durdurmaya çalıştığını görürsünüz. Sakın aklınıza kötü şeyler getirmeyin. Taksi şirketleri de olmasına rağmen özel otoların yoldan müşteri alması yani taksi gibi çalışması serbesttir bu ülkede. Ve, inanamayacağınız kadar güvenlidir. Gecenin yarısında mini etekli çok güzel bir bayan bile özel bir aracı durdurup bedelini ödeyerek istediği yere gidebilir. Kılına zarar gelmez. Çünkü Özbekistan’da insana yönelik suçlara çok ağır cezalar verilir. Diyebilirim ki dünyanın en güvenli ülkesi Özbekistan’dır. Güçlü yönetim, tam kontrollü asayiş…
Hayat, Türkiye’ye göre daha ucuz. Elektrik, su, gaz, telefon bedelleri kimsenin belini bükmüyor.
Toprakla insanı buluşturan bayram: Nevruz
Bizde belli bir grubun oto lastiği yakıp, etrafa korku saçma bahanesi olan Nevruz aslında Özbekistan ve komşuları için en büyük, en eski, en anlamlı bayram.
Her yıl 21 Mart’ta Orta Asya’da her şehirde ve her evde kutlanan bir “Bahara uyanma” kutlamaların adıdır Nevruz. Yani, toprakla insanı her yıl buluşturan baharın ilk gün muştusunun bayramı.
Özbekistan’da her Nevruz’da ana malzemesi buğday olan “Sümelek” adıyla özel bir tatlı yapılır.
Birkaç Nevruz bayramında bulundum Özbekistan’da. Bütün ülkenin, bütün şehirlerin ortak yaşadığı bir coşku, masum ama büyük bir karnaval… Evlerde bir kapta buğday yeşerterek filizlenen, daha sonra sokaklara, caddelere taşan bir şenlik, bir mutluluk…
Türlü yiyecekler, pastalar, çörekler, tatlılar, etler, içecekler… El işi süs eşyaları, lacivert porselenler, giyecekler tam bir cümbüş içinde ortaya dökülür, yenilir, içilir ve satılır Nevruz’da… Hoş müzikler yükselir her köşeden gün boyu, gece yarısına kadar…
Derim ki, Orta Asya’da Nevruz Bayramını, baharın o ilk diriliş günlerini görmeden Yaradan almasın canımızı.
Ya da unutun 21 Mart’ı, Nevruz’u, gidin… Yeter ki, gidin Özbekistan’a… Hangi mevsimde olursa olsun!
Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat gerçektende ak yani beyazlara bürünmüş bir şehir. Türkmenistan’ın Rusya dan ayrılmasından sonra baştan başa yenilenmeye başlayan şehirde, yapılan tüm binalar beyaz mermerle kaplanıyor. Aşkabat da ne yöne baksanız görkemli beyaz binalar görüyorsunuz. Bu nedenle şehrin sloganı “Ak şehir Aşkabat”
Altı milyon ülke nüfusun 1,5 milyonunun yaşadığı Aşkabat gezilmesi kolay bir şehir. Geniş caddeleri, içinde yeşil alanları, havuzları,sanatçı anıtlarının bulunduğu parklar o kadar düzenli inşa edilmiş ki kaybolmanız olası değil.
Aşkabat’ı gezmeye şehrin önemli binalarının bulunduğu Ali Şir Nevai caddesinden başlayabilirsiniz. Beyaz, kubbeli ve sütunlu binalardan oluşan cadde de gezerken kendinizi bazen eski Roma da, bazense Babil uygarlığında hissedeceksiniz.
Türkmenistan halıları dünyaca meşhurdur ve eyaletlere özgü halı motifleri bayraklarında yer alır. Halı o kadar önemlidir ki özel Halı Bakanlığı bile vardır. Aynı önem Ahal Teke atları içinde geçerlidir ve ülkede birde At Bakanlığı bulunur. Bu nedenle Aşkabat’ta ki halı müzesini mutlaka görmelisiniz. Ülkenin çeşitli yörelerinde dokunmuş halıların yanı sıra, Dünya’nın en büyük halısı olarak Guınnes rekorlar kitabına girmiş halıda bu müzede bulunur. Sonrasında değeri milyon dolarlarla ifade edilen atları görmeye at haralarının yolunu tutmalısınız. Halılarında, atlarında ülke dışına çıkartılmaları yasakmış. Ancak atlar güzellik yarışmaları sebebiyle zaman zaman ülke dışına çıkarılıyorlarmış.
Aşkabat ta pazarlar çok renkli. Özellikle dünya’nın en büyük açık hava pazarı olan gerçekten çölde kurulan çöl pazarını mutlaka gezmelisiniz. Yok un yok olduğu pazarda iğneden ipliğe ne ararsanız bulmanız mümkün. Genelde Rus ve Çin mallarının satıldığı pazarda Türkmenistan’a özgü eşyalarda bulmanız mümkün. Özellikle yün çorap patik, keçeden nazar için yapılmış bileklikler ve geleneksel kıyafetler.
Aşkabat’ın en büyük camii Türkmenbaşı’nın ruhu camisi de gezmenizi önereceğim yerlerden. Eski devlet başkanı Türkmenbaşı’nın türbe sininde bulunduğu caminin minarelerinde ve iç kubbe kenarlarında Türkmenbaşı’nın söylediği özlü sözler işlenmiş.
Şehirde onlarca yeşil alan ve park var. Fakat içlerinden bir tanesi Aşkabatlılar için önemli. Millet parkına gelin, damat ve yakınları düğünden önce mutlaka uğruyor, fotoğraf çektiriyorlar. Gelin 40 kg ağırlıktaki gelinliğiyle damatla parkı geziyor. Şansınız varsa özellikle Çarşamba günleri yapılan bir düğüne denk gelirsiniz.
Birde şehrin 10 km uzağında serhat yoluna gitmenizi tavsiye edebilirim. Biri 7 km diğeri 32 km uzunluğundaki sağlık yolu görülmeye değer. Binlerce basamaktan oluşan Çin Seddi gibi bir yol. Aşkabatlılar hafta sonlarında bu yola spor yapmaya gidiyorlar.
Sonrasında nerelerini gezeceğinizi Ak Şehir Aşkabat size söyleyecektir. Şehre varıp ben geldim demeniz yeterli…
MUTLAKA YAPIN
Halı müzesini mutlaka gezmelisiniz
Dünyanın en büyük pazarı olan çöl pazarını mutlaka görmelisiniz
Türkmen pilavını mutlaka tatmalısınız.
Türkmen kavununun lezzetini denemelisiniz.
Ali Şir Nevai caddesini boydan boya geçmelisiniz.
Ahal Teke cinsi Atlarını mümkün olursa görmeden dönmemelisiniz.
Pazarda keçeden nazar yapılmış geleneksel bilekliklerden almalısınız. Tabi vazgeçilmez takke ve yün çoraplardan.
Serhat yolu denilen sağlık yoluna gidin.
NOT:
Türkmen halıları meşhur olmasına rağmen ülkeden çıkartılması yasak. Hatta gümrük sonrası havaalanında satılan halılarda bile sorun çıkabiliyor.
Ülkede çok fazla kutlama ve bayram var. Kavun bayramı gibi ilginç bayramlar var.
Benzin belli bir litreye kadar ücretsiz. Sonrasında da çok ucuz. Aynı şey doğalgaz, elektrik ve su içinde geçerli. Bu nedenle Türkmenistan da bunların ücretsiz olduğu kulaktan kulağa yayıla gelir.
Günlüğü 30 dolara şoförü ile birlikte bir araç kiralayabilirsiniz. Yada yoldan geçen herhangi bir araca el kaldırıp gideceğiniz yere bir ücret belirleyerek gidebilirsiniz.
Oteller fiyatlarına rağmen kötü. 70 dolara kalacağınız bir otel yıldızsız bile olabiliyor. İyi otellerde Fiyatlar yüksek. Orta Asya’nın tek yedi yıldızlı oteli Aşkabat’ta bulunuyor. Geceliği 500 Euro dan başlıyor.
YEMEK
Birkaç Türk lokantasının dışında lokanta denilebilecek yerler yok. Genelde pazarlarda yada mahalle aralarında tezgahlarda çeşitli börekler satılıyor.
Türkmenistan halılarının dünyaca meşhur olduğunu bilmeyeniniz yoktur, diye kabul ediyorum. Varsa da buradan öğrenmelerinden mutluluk duyarım.
Türkmenistan için halı o kadar önemli ki bunun için Halı Bakanlığı bile kurulmuş. Ayrıca her yıl mayıs ayında Halı Bayramı Kutlamaları yapılıyor. Türkmenistan bayrağında ise beş ayrı Türkmen boyunun ve vilayetinin kendine özgü halı motifleri yer alır.
Bu sebeple Aşkabat’taki Halı Müzesi mutlaka görülmeli. Aşkabat’ın merkezinde 11 katlı bir binada yer alan müzede 2000 kadar halı sergileniyor. Bu halılar arasında 1941-1942 yılları arasında dokunan 193,5 metrekare büyüklüğündeki “Türkmen Kalbi” adlı halının yanı sıra 2003 yılında Guinness rekorlar kitabına girmiş 301 metrekarelik “Altın Asır” halısı da bulunuyor. Türkmen halılarının tamamının yün, pamuk ve ipekten yapılmış, kök boya ile boyanmış ipliklerle evlerde ve el halısı fabrikalarında, elde dokunduğunu belirmeliyim.
İlginç halılar da var. Daha doğrusu buradaki halıların neredeyse tamamı ilginç. Mesela çift taraflı halı var ki görülmeye değer. İki ayrı yüzünde de farklı motifler var. Tekrar ediyorum halı dokunurken her iki yüzünün de farklı motifleri olacağı düşünülerek, tek sefer de dokunuyor. Ayrıca tiyatro perdesi olarak kullanılmış, bir halıda müzede sergileniyor.
Buradaki halıların birçoğunun dünyada tek olduğunu belirmiştim. Ama neredeyse her birinin ayrı bir hikâyesi olduğunu da eklemeliyim. Bize Müze’yi gezdiren rehber: “Her halıya o halıyı dokuyanın ruh hâli ve enerjisi yansır. Sıkıntısı, üzüntüsü, sevinci halıya geçer. Biraz dikkat ederseniz bunu siz de hissedebilirsiniz ” diyor. Ee, ne derdi eskiler: “Dokuduğun halıya bakayım, içini okuyayım.”
Müze’de, Türkmenlerin gururu, el emeği göz nuru halılarda kullanılan yünlerin nasıl boyanıp, ip haline getirildiği, nasıl dokunduğu anlatılıp, gösteriliyor.
Türkmen halıları her dönem dünyada rağbet görmüş. Öyle ki Marco Polo bile Türkmen halılarının çok ince işlenmiş ve güzel halılar olduğunu belirtmiş. Türkmen halısının bu şöhreti günümüzde de sürüyor. Eskiden Türkmenistan topraklarından geçen, ipek yolu vasıtası ile dünyaya yayılan halılar günümüzde de dünyanın her yerinde yüksek fiyata alıcı buluyor.
Her yıl mayısın son pazarı kutlanan halı bayramına çok önem veriliyor. O günlerde uluslararası sempozyumlar, yapılıyor, sergiler açılıyor ve tiyatro gibi çeşitli etkinlikler düzenlenerek bayram kutlanıyor. Türkmenbaşı’nın ön ayak olmasıyla kutlanmaya başlanan bayram, Aşkabat’taki Halı Müzesi’nin arkasında bulunan büyük meydanda, halılardan meydana getirilmiş bir duvarla çevrili bir alanda yapılıyor.
Türkmen halkının hayatında önemli bir yer tutan bu halılar “Sarıca” koyununun yününden elde edilen ipliklerle dokunur. Yılda üç kez kırpılan koyunların ilkbahar yününden halı, sonbahar yününden keçe yapılır. Çünkü ilkbahar yünü yumuşak olur ve çekmez. Dokunan halılar arasında “namazlık” halılar çok kıymetlidir. Hamile gelin, bebeği doğmadan önce bu halıyı dokur. Bebek doğunca bu halının üzerine yatırılır, bu halının üzerinde büyütülür ve daha sonra saklanan bu halı sahibi öldüğünde tabutuna sarılır.