Mick Jagger’ın Manyaklığı
Amsterdam Havalimanı‘nda Tonguç karşıladı bizi. Otelimiz Tulip Inn‘e getirdi. Hamburg‘tan geliyoruz. Amsterdam‘ı dolaşmaya gücü kalmamış, kanaldaki durağan su gibi yorgunuz. Gayet hızlı trenlerle ırmak gibi dolaşmışız Almanya‘yı 15 günde, kimi hauptbahnof‘larda durarak, bavul sürükleyerek, memleket ve rakı ve kebap ve yeşil erik hasreti olup tiyatro hasreti olmayan köylü Türklere karşı ―Ferhangi Şeyler‖, panzehir olarak. Almanya‘dan sonra çok hoş gelir insana, lalelerini kuşanmış, doğum günü pastası Amsterdam.
Otelin kapalı kapısında, kimi zor nüfuz edilen apartman kapılarındaki
gibi, bir basıp kim olduğunu bildirme zorunluluğu getiren ızgaralı madensel
konum var. Tonguç bastı zile, içeriden bir kadın sesi geldi, sonu soru işareti
tonlu. Tonguç rezervasyonumuz olduğunu ve ismimizi bildirerek, kapının
açılmasını ricaladı. Kapı otomatikle açıldı. Biz içeri sızdık, Tonguç arabasına
park yeri bulmaya gitti. İlk kapıyı geçtik, üç basamak sonra aşılması gereken
ikinci bir kapı var; ama o kilitli değil, bavulla dürtükleyince açılıyor.
Lobiye ulaştık. Resepsiyonda, burnuna dayanmazsak bizle hiç ilgilenmeyecek,
önündeki işe dalmış sarışın bir kız var. Bavulları ona doğru sürükledik,
ismimizi söyledik. Kız önündeki bilgisayara yumuldu. O sırada arabasına park
yeri bulmuş Tonguç geldi, imdada yetişti. Kızla konuştular. Kız soruşturma
kâğıdı uzattı, doldurdum. Artık kimi otellerde çok
gözlenen,
iskambil kâğıdının az ufağı, beyaz, üstünde kartın ucunu gösteren gri üçgeni
içinde
―This side up
insert and
remove‖ yazılı plastik karttan uzattı bize iki adet. Tonguç arabayı park ettiği
yerin kumbarasına para atmaya gitti. Biz bavullarımızla, kendi kendimizin
hamalı olarak, asansör kapısından çok, hastanede ameliyathane kapısını andıran
kapıyı açtık, asansöre girdik. Oda numaramız 307, üçüncü kata çıkmamız
gerekiyor. Asansörde, her katta bulunan odaların numaraları, örneğin 301-358
gibi belirlenmiş, onun karşısında basılacak düğme var, oda numaran nereye tekabül
ediyorsa ona göre basacaksın, bir de plastik kartımızı sokmamız gereken ince
uzun delik var. Anlaşıldı ki kart oraya sokulacak, asansör bizi tanıyacak,
ondan sonra çalışacak. Kartı soktum, bastım bizim katı kapsayan odalar
düğmesini. Hiç oralı değil asansör. Kartı çekip bir daha bastım. Yok! Kartı
hızla sok-çıkar yaptım. Bu kez tanıdı bizi asansör. Çok hızlı sokulup çıkarılma
seviyor demek ki, bu gibi ince narin, uzun delikler. Üçüncü kata ulaştık. Oda
kapısına az önce öğrendiğimiz ve tadı damağımızda kalmış, sokma çıkarma
eylemini uyguladık. Odamıza ulaştık.
Odamız çok güzel. Penceremizden, sanki çizilmiş gibi duran Amsterdam evleri, ilk bakıldığında insana ırmak hissi veren, durgun sulu kanal görünüyor.
Televizyonun üstünde de karta uygun bir delik var, her nedense. Bu odaya kartıyla giren otel müşterisi niçin televizyonunu da kartıyla açıyor? Bu odaya kartsız giren biri, televizyonu kullanamasın diye mi düşünülmüş? O inek, kartsız olarak bu odaya nasıl giriyor? Pencereler açılır tip değil, birinin üstünde vasisdasımsı bir manivela düzeni var, hafif aralanabiliyor. Televizyonun üstündeki kart deliğinin gereği çok anlaşılamadı; ama ona sok-çıkar muamelesi yapmadan, aygıt çalışmıyor. Soktum çıkardım, buyrun Hollandaca haberler.
Derya odada dinlenmeye çekildi, ben oyunun tekerlekli çantasını sürükleyerek asansöre geldim. Yine aynı
―sok-çıkar‖ muhabbeti, lobiye ulaştım. Tonguç‘un arabasıyla De Nieuwe de la Mar Theater‘a geldik. Afişim tiyatronun kapısında. Üstelik kapının üstünde, yanıp sönen ışıklı harflerle kocaman ―Ferhan Şensoy‖ ve ―Ferhangi Şeyler‖ yazıları. Keyif verici bir durum. Tiyatronun içi de çok güzel, kırmızı koltuklu, balkonlu, derli toplu beş yüz kişilik bir salon. Tiyatroda bizi bekleyen, 15 yıl önce Küçük Sahne‘de teknisyenimiz olan Yılmaz ve beş kişilik genç Türk timi var. Yıldırım gibiler çocuklar. Hep birlikte ipleri gerdiler, dosya kâğıtlarını astılar. Işık işini üstlenen Faruk, zaten geçen yıldan anımsıyor durumu. ―Ferhangi Şeyler‖in ikinci Amsterdam seferi bu. Işıklar çok güzel. Telefon eski ve güzel bir siyah telefon. Derya geliyor, Faruk‘la ışık ve telefon zilini gözden geçiriyorlar. Her şey tamam. Güzel bir soyunma odası verilmiş bize. Aynamın önünde, tiyatronun kendi ismiyle etiketlettiği bir kırmızı şarap ve tiyatro yöneticisinin İngilizce, şık bir hoş geldiniz mektubu, daha sonra bizzat gelip, Fransızca muhabbeti. Her şey çok güzel yoksa bir aksilik mi olacak lan oyunda? Hayır, bir aksilik olmuyor. 1131. oyunun tek kusuru, saz yerine dandik bir bağlama ile idare edilmesi. 522 izleyiciyle tıka basa doluyor, De Nieuwe de la Mar Theater, maç gibi başlıyor, maç gibi bitiyor oyun.
Oyundan sonra, Roterdam Başkonsolosu,
Galatasaray‘dan şair Adnan Onart‘ın
Galatasaraylı ağabeyi
Erkut Onart abimizin davetlisi olarak, onun annesi, başka konsolosluk görevlileri, bu turne boyunca Almanya‘nın her kentinde rastladığımız bay ve bayan birçok genç yardımcı konsoloslar, Tonguç, Faruk, Yılmaz, Amsterdam Deneme Sahnesi‘nin Hollandalı yönetim kurulu üyesi Peter ve Hollandalı arkadaşı, kalabalık bir masa, bir Türk‘ün işlettiği İtalyan lokantasında yemek yedik.
Uzun Almanya turnesi Amsterdam‘da noktalandı. Sabah geç kalktık. Lobiye inip, Almanlarınki kadar zengin olmayan bir açık büfeden kahvaltı ettik. Tonguç ve karısı Nurten geldiler, birlikte sokağa çıkıldı. Alışılmamış güzel, sıcak bir hava Amsterdam‘da, vızır vızır bisikletler geçiyor kaldırımdan. Kaldırımların yarısı bisikletlere ait, o bölüm kahverengi, oradan yürümeyeceksin, ―dan‖ bisiklet çarpar. Alışana kadar 1-2 kez bisiklet altında kalma tehlikesi atlatıyoruz. Derya‘nın Almanya‘da, bir oyuncakçı dükkânı gezerken, birden su yüzüne çıkan, çocuklarımız için kaydırak denilebilecek, altı tekerlekli, tek ayağını üstüne basıp bisiklet gidonu gibi yerinden tutup öbür ayağı yere sürtmek kaydıyla çocukların kaldırımlarda gürültü yaptığı şeyden alma düşüncesi, Amsterdam‘da Tonguç‘un; ―Burada onların motorlusu var, abla!‖ biçimindeki babalamasıyla gelişerek, o zımbırtı görülmeye gidildi. Küçük bir vespa motosiklet gibi, tek farkı oturulacak yeri yok, ayakta gidiyorsun, saatte 30 kilometre hız yapıyormuş, benzin ve motor yağı belirli bir oranda karıştırılarak deposu dolduruluyormuş. Üç tane varmış, birini kısa süre önce Amsterdam‘a konsere gelen Mick Jagger almış. Bayağı bir taşıt. Nasıl götürülecek İstanbul‘a ve fiyatının 2900 gulden olması gibi şaşkınlıklarımı üstümden atamadan, ―Kızlara iki tane almak şart! Mert de biner, biz de bineriz. Bak, önüne takılan çantası da var; bakkala, pazara da gidilebilir bununla…‖ şeklinde safkeriz fikirleri yeşerdi. O dükkâna yarın yeniden gelmek üzere oradan çıkmayı başardık.
O akşam izlemek istediğimiz tiyatronun kapısında,
―Tadilat dolayısıyla bu akşam kapalıyız‖ gibi bir notla karşılaştık. Bir gecelik tadilat da hiç görmedim. Herhâlde bina değil, oyun tadil ediliyor. Doğru dürüst bir akşam yemeğine yöneliyoruz. Moto-kaydıraklar yemekte de ana konumuz olmayı sürdürüyor. İki tanesi çok pahalı ve götürülmesi daha zor, düşüncesini benimsetmeye uğraşıyorsam da, Tonguç‘un; ―N‘olucak abi, birini götüren, ikisini de götürür!‖ ifadesindeki ―Laz mantığı‖, ikinci bir şarap şişesinin açılmasına yol açıyor. O şişenin dibi göründüğündeyse; ―Birini ödeyen öbürünü de öder!‖ delikanlı tavrı, masaya egemen oluyor.
Yemekten sonra, Felemenk Kraliçesi Beatrix‘e ait olan kumarhaneye gidiyoruz. Tonguç ve ben blackjack‘te, kimi çok geveze Çinliler arasında zarar etmemeyi başarırken, Nurten ve Faruk para makineleriyle cebelleşirken, Derya rulette 2900 gulden kazanıyor! Tam bir moto-kaydırak parası. Bravo Derya! Hatta bravo Kraliçe Beatrix! Biz, ―İki moto- kaydırağı nasıl öderiz?‖ diye duraksarken, kızlardan birine alıp öbürüne almamamızı çok yürek parçalayıcı bulan iyi Kraliçe Beatrix, ikinciyi ikinci kıza hediye ediyor, tıpkı masallardaki gibi…
Devrisi gün Derya, sabah erkenden moto- kaydırakçıya giderek iki tane alacağımızı, birazdan benim uğrayıp parasını vereceğimi bildirdi. Ben de gidip, 5800 guldeni moto-kaydırakçıya toka ettim. Akşamüstü moto- kaydırakçı yard çocuk, iki kırmızı çantaya katlanarak yerleştirilmiş olan taşıtlarla otele geldi. Otel lobisinde, çantaları açarak nasıl katlanıyor, nasıl çalışıyor, ne oranda yağ koyuluyor, bir bir anlattı. Deposunda benzin olmadığı için, tam bir gösterim ve tanıtım olmadı, satın aldığımız bu iki taşıt hakkında kabaca bir fikir edinmiş olduk. Çocuk gitti. Her biri l2 kilo deniliyorsa da, daha ağır, çantalar yerlerinden kalkmıyor. Sürükleyerek asansöre, oradan odaya getirdik. Devrisi sabah ayni biçimde lobiye indirdik. Havaalanında tartıya koyunca her birinin 17 kilo olduğu anlaşıldı. Kırılabilir eşya bölümüne özel olarak yüklendiler. İstanbul‘a sağ salim ulaştılar. Eve iner inmez, Derya ve üç çocuk birden, moto-kaydıraklara benzin koydurmaya gittiler. Benzinciden kös döndüler. Orada yaptıkları deneyim sonucu, ne çocukların ne de bizim kullanamayacağımız, tehlikeli bir taşıt olduğu ve bizden önce aynı dükkândan ondan alan Mick Jagger‘ın manyak olduğunun netlikle anlaşıldığı, suskun bir akşam yemeği yenildi .
')}