Göller,
lagünler, çok sayıda yanardağlar, taş çöller, kumullar, kırmızı volkanik
kayaçlar, gül renginde aktif volkanlar, dümdüz toprak kırmızı yollar, deniz kulakları,
gayzerler, tilkiler, lama soyundan “jamalar”, emu
diye anılan iri uçmayan siyah kuşlar, flamingolar, tuz birikintileri
işte size gözlemlediğim Dünyanın en eski çölü Atacama Yöresi.
Kasten “çöl” demiyorum,
yer yer kocaman ağaçların boy gösterdiği bir coğrafyayı tamamen çöl olarak
nitelemek hiç doğru değil. Milyonlarca yıl önce nehirler akış hızını kaybedince
alüvyonlar çökelmiş, başta tuz olmak
üzere her türlü mineralce zengin bir havza oluşmuş.
Burası özellikle lityum açısından dünyanın en zengin yöresi.
Ancak lityum suyun buharlaştırılması ile elde edildiğinden lagün ile göllerin
suyu hızla azalıyor. Göçmen kuşlar da artık buralara pek uğramıyor. Ekosistem dolayısı
ile hızla bozuluyor. Elbette saha jeoloji açısından bir laboratuar gibi ve çok
ilginç.
Ayrıca bir diğer yanlış
da “yağış oranı” ile ilgili, bir çok makalede Atacama çölünde yüz yıllardır
yağmur görülmediği yazılmış, koca bir “yalan”. Zaten havzanın etrafını
çevreleyen dağlardan gelen kar suları yeraltı nehirlerini, lagün ile gölleri sürekli besliyor. Özellikle
doğu rüzgarları yöreye sık sık yağmur getiriyor.
San Pedro de Atacama’nın ana meydanındaki 1641 yapımı kilisesi ülkenin milli değeri olarak kabul edilmiş (1951) Çivi kullanılmamış, bağlantılar lama derisinden yapılmış kumaş
parçaları ile sağlanmış. Ahşap çatısı da çok ilginç.
Kilisenin önündeki parktaki bir banka çöküyorum. Atacama
Bölgesinin ziyaretçilerinin büyük bir bölümü sınırlı bütçe ve sırt çantası ile
yola çıkan gençler. “Bravo” çok iyi yapıyorlar. Etrafımı inceliyorum, hepsinin ayağında birer potin
var. Saçları da genellikle örülü. Belli ki yorgunlar. Yüzlerinde
kıpırtısız bir ifade var. İleride gökyüzüne doğru havlayan üç köpek parkın sessizliğini
aniden bozuyor. Saat ise zamanı
dilimlemeye devam ediyor. Meydandaki kaktüsün iğneli dikenleri ışıkta parlıyor.
Kızıl bir ışık altında ufuktaki And Dağlarını izlemek insana sonsuz bir
özgürlük hissi veriyor
Airbnb kanalı ile bulduğum evime doğru kızıl renkli tozlu toprak
yolda yürüyorum. Bu evde ana ile kız ve ufak torunları ile beraberim. Çocuğu
çok şımartmışlar, ağlayıp tepinerek anne
ve anneannesine her istediğini yaptırıyor. İçimde inanılmaz bir mutluluk var.
Buralara kadar ulaştığım için şükrediyorum. Mahallelerin arasında sık sık bildiğimiz
bakkallar da var ve inanın çok ucuz. Muz, peynir, elma ve
biraz da yemiş alıyorum. Sadece 2 dolar ödüyorum. Size odamda bu satırları yazarken bir yandan onları
atıştırmak bana ayrı bir zevk veriyor.
Bu arada bir spor salonunun önünde geçtim. Gençler neşe ile
müzik eşliğinde hem dans ediyor, hem de
spor yapıyor. Video’ya alıp paylaşıyorum..
San Pedro’nun civarında inanın çok sayıda ilginç ve görülesi
noktalar var. En az dört gün buralarda
kalmak gerekir.
“Ay Vadisi” veya diğer adı ile Mars Vadisi (Valley of the Moon) aslında rüzgarın şekillendirdiği, tuz, kil ve
jipsten oluşuyor. Hele bir kayaç var ki yan yana dizilmiş üç azizeye benziyor, adı da “Tres
Marias.” Girintili çıkıntılı yüzey yapısı Ay veya Mars’a benzetilmiş. Zaten Mars’a yollanan keşif araçlarının
deneyleri burada gerçekleşmiş.
Sonra kısa kısa bir patika yürüyüşü ile kum tepelerine
ulaşılıyor. Ama bu tip kumulların en güzel örneğini elbette Namibya’da
görüyorsunuz. Bu yöre 1982 yılında koruma altına alınmış. Milli parka girerken
bir ücret ödeniyor Elbette, para alsınlar ama dilerim amaca uygun doğru
yerlerde kullanılır.
İkinci tur “lagünler” (piedras
rojas) tüm gün sürüyor. İnka yolu üzerinde bulunan bu saha UNESCO
tarafından koruma altına alınmış. Taa 1400 yıl önce İnkalar bakır madenlerini
işlemek üzere buraya yerleşmiş. Grand Rio Nehrinden alınan suyun kanallarla
taşındığı teraslarda tarım yapılmış. Daha sonra İspanyollar aynı teraslarda
üzüm yetiştirip, kiliseleri için İsa’nın kanı kabul edilen şarabı
hazırlamışlar.
Salar de Atacama, anteplanosu Şili’nin
en büyük tuz, dünyanın ise en büyük lityum kaynağı. Lityum dünyanın en hafif metali.
Yüksek bir reaktiviteye sahip. Ayrıca burası
flamingoların dinlenip yumurtladığı bölge. Ancak 10 yıl önce buradaki flamingoların
sayısı 10 bin iken üç yıl önce beş bine, bu yıl ise maalesef bine kadar düşmüş
durumda. Flamingolar sessizlik ister ve korkarlarsa senede bir defa
bıraktıkları yumurtalarını terk edip, kaçarlar. Ayrıca yeterli yem bulamazlarsa yine
uzaklaşırlar. Yörede üç çeşit flamingo bulunuyor, siyah, pembe ve siyah-pembe
kanatlılar. Sudaki mikro organizmaları süzerek bünyelerine alırlar. Yavrular
beyaz doğar, daha sonra gri olur sonuçta yedikleri mikroorganizmalar sayesinde
o güzelim pembe renge sahip olurlar.
Aracımızı upuzun kuyruklu bir tilki takip ediyor, ona gelen
geçen araçlardan yiyecek vermiş olmalı. Oysa tilki, fare, yumurta ve
kertenkelelerle beslenir. Onu sürekli beslenmeye alıştırırsanız artık avlanmaz,
tembelleşir ve sonuçta aç kalır.
Yola devam ediyoruz ve
gittikçe yükseliyoruz. 3000 metrede kırmızı kaktüslere rastlanıyor. 3800
metrede ise sadece kuru sapsarı otlar göze çarpıyor. Uçamayan kocaman siyah kuş
Eme’yi de görüyoruz. Elbette bu özel kuşlar koruma altında. Avustralya’da ise bu
kuşların neredeyse soyları tükenmiş. Yol boyunca lema’ların atası kabul edilen
jemalara rastlıyoruz. Bir erkek, dişilerden oluşan sürüye önderlik ediyor. Aynı
aslanlar gibi.
Miscati Lagününe ulaşıyoruz. Tatlı su
olduğu için kışın donuyor ama bölgedeki hayvanların su kaynağı. Manzara sahiden
mükemmel, bol bol fotoğraf çekiliyor.
Yola hayvanlar çıkıyor diyorlar. Aslında onların yolunu ve yaşam
alanını biz yollarla ortadan ayırmadık mı ?
Bu coğrafyada binlerce çeşit kuş barınıyormuş. Ağaç olmadığı
için kuşlar çalılara yumurtluyorlar. Onları korkutmamak için kesinlikle
patikaların dışına çıkılmasına izin verilmiyor. Korkup kaçarlarsa yumurtalarını
da terk ediyorlar.
3300 metrede kurulmuş Sucairo
Kasabasında ufak ve tertemiz bir lokantada leziz sebze çorbası ile başlayan
bir öğle yemeği veriliyor. Burada bir
ilkokulu ziyaret ediyorum. Her sınıfta sadece 5 veya 6 öğrenci var.
En son ziyaret ise “Toconau Kasabasına”. Sevimli bir parkı ve
1750 yılından kalan tarihi bir çan kulesi var. Nüfusu ise sadece bin. Pet şişeleri kullanarak bir park
inşa etmişler.
“Alma” havanın inceldiği 2500 metrede kurulmuş dünyanın ünlü bir
astronomi merkezi. Avrupa, Kuzey Amerika
ve Japon bilim adamlarının ortak çalışmaları burada tüm hızı ile devam ediyor. Takım yıldızları, gezegenler,
galaksiler, Satürn halkaları, Samanyolu sürekli inceleniyor. Amaçları dünyaya benzer yeni bir
yaşam yeri bulmak. Yani bu dünyayı zaten adım adım yok ettik sıra artık yeni
bir gezegende ! Bu merkezi ziyaret etmek mümkün.
Teleskoplarla, bulutsuz, nemsiz, tertemiz gökyüzünü inceliyorlar. Işık
kirliliği de yok. Gözün görmediği ışık
ve duymadığımız sinyalleri 12 metre çaplı dev radyo teleskoplarla takip
ediyorlar.
Kısa Kısa Atacama Çölü ve San Pedro
Merak ettim “San Pedro” adı nereden geliyor diye. İki farklı
görüş var, birisi İspanyol komutanın adı olduğu diğeri ise dönemin dini lideri papanın adı olduğu.
San Pedro, Atacama
yöresinin turistik merkezi, her sokak
butik otel ve ucuz hostellerle dolu. Çok sayıda kahve ve hediyelik eşya satan
dükkan bulunmakta. Ama kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Kaldığım dört gün içinde
bir satıcı bile beni dükkanına çağırmadı veya laf atmadı.
Buradaki Gezginlerin arasında en yaşlı bendim. Atacama herhalde
gençlere hitap ediyor olmalı. Çok lüks oteller bulunmaması, yükseltinin verdiği
korku, yaşı ilerlemiş ziyaretçileri engellemiş olmalı !
Sokaklar hep birbirine benziyor, evlerin tamamı tek katlı ve
avlulu, yüksek duvarlarla çevrilmiş. Sokak adları yok, ev numaraları da pek yok. Ama çok odalı
evlerin içinde her türlü konfor var. Airbnb kanalı ile bulduğum ve 5 gün
kaldığım evin yolunu inanın ancak son gece öğrenebildim.
San Pedro’da o kadar çok köpek var ki, çoğu da iri, onları kim
besliyor, vallahi pek anlayamadım. Sordum “hepsi sahipli” dediler. Bence
sakıncası yok ama eğer köpekten korkuyorsanız, bu kente sakın gelmeyin, bir anda birkaç tanesi birden yanınızda
bitiveriyor.
Ne de olsa Atacama’da 2400 metre yükseltideyiz. Karasal iklimde,
güneş batınca aniden soğuk bastırıyor. Gündüz 24 derece santigrat olan sıcaklık
gece birden iki dereceye kadar düşüyor. Titriyorsunuz, sabah 10 gibi güneşle
birlikte hava tekrar ısınıyor. Zaten halkı hep yün ve anoraklar ile geziyor.
Çok sayıda Seyahat acentesinde günlük turlar satılıyor. Hepsinin
güzergahı aynı. Bazıları günlük bazıları
yarım gün. Bazıları ise Bolivya’ya doğru birkaç gün. Ama inanın hiç biri öyle pahalı
değil. Anlatmıştım, ben iki tur aldım. Biri yarım günlük “Ay Vadisi Turu” (Valle De la Luna) diğeri ise tam günlük
Lagunas Antiplanicas idi. Tam günlük
turda zengin bir kahvaltı ile yerel bir lokantada öğle yemeği dahildi. İkisine 73
Amerikan Doları ödedim. Birinci turun sonunda bize bir tepeden güneş batışını
izlettiler. Vallahi güneş aslında her yerde aynı batar. Dünyanın her köşesinde
para kazanmak için güneş batımını özel turlarla seyrettiriyorlar. Ama Calama’ya
inerken uçaktan seyrettiğim ve çok uzun
süren renkler cümbüşü sahiden hoştu. Ne de olsa bu coğrafyada bulut yok. Hava
kirliliği yok, nem de yok, yıdızlara çok yakınsınız. Yıldızlar sanki tek tek gökte
asılı.
“El Tatio Gayzerini” ziyaret etmek de bir diğer seçenek. Hatta
orada sıcak suda yüzmek de mümkün. Gayzerleri aslında en esaslı İzlanda’da
izliyorsunuz.
San Pedro’da bir kahve var adı “Emperio”. Muhakkak orada sıcacık bir Empana yiyin. Bir çeşit börek ama inanın harika !
Öğretmen ve öğrenciler eğitimin kalitesini yükseltmek için eylem
yapıyordu. Ben de yanlarına gittim. Özellikle tarih dersinin kaldırılmasını hiç
istemiyorlar. “İnsan tarihini bilmezse geleceğini kestiremez.” diyorlar. San Pedro’da Escuela Basica E 26 ilköğretim
okulunu ziyaret edip öğrenci ve öğretmenlerle bir sohbet toplantısı yapıyorum.
Ve Bir
Fıkra
San Pedro’da varlıklı bir iş adamının karısı
ölür. Mezarlığa girecekleri sırada tabut
mezarlığın parmaklıklarına çarparak birden parçalanır. Kadın da bu sarsıntının
etkisi ile canlanır. Adamcağız üzüntüsünden mi yoksa sevincinden mi pek
anlaşılmayan bir nedenle gözyaşları arasında karısını alıp güzelce evine döner.
İki yıl sonra kadıncağız yeniden ölür. Tabut mezarlığın kapısına geldiği zaman
adam bağırır. “Aman parmaklıklara dikkat”
Atacama yöresine en fazla ziyaretçi temmuz ayında geliyormuş.
Turlar sırasında 3800 metreye kadar çıkılıyor. Ama ciddi bir yükselti
hastalığına rastlanmamakta. Ne de olsa alışarak yavaş yavaş yükseliyorsunuz. Evet, koşunca sık nefes alıyorsunuz. Hafif bir de
başağrısı hissediyorsunuz. Deniz kenarında % 21 olan oksijen oranı yükseklerde
düşünce beynin ihtiyacı olduğu oksijeni almak için daha sık soluyorsunuz. Yükseltide alkol almak tehlikeli ve
hareketleriniz yavaş olmalı. Kanı sulandıran aspirin tavsiye ediliyor. Uçakla birden
La Paz Cuzco veya Lhasa’ya inince yükselti hastalığı daha ciddi boyutlarda oluyor.
Yerinizden kalkamıyorsunuz size oksijen
veriyorlar. Bir de “koka” yaprağının acı
suyunu içiriyorlar.
Dünyada
görmediğim tek bir başkent kalmıştı, “Asuncion”, dokuz günlük uzatılmış bayram tatili rotamı bu
yönde kullandım. Bilet ücretini hiç sormayın, ben de söylemeyeyim ! Ama paramı sağlıklı iken
geziler için kullanmayacağım da ne yapacağım ! Daha sonra başkaları mı yesin ?
Bir
Cuma sabahı yine sabahın 4’ünde dev İstanbul Havalimanındayım. Çok konuşulan,
tartışılan iddialı havalimanı artık faal (Mayıs
2019) Hiç uyumadığım günlerde aslında
pek mutlu ve sağlıklı olamıyorum. İlk bağlantı noktası olan Barselona’ya ulaşırken
uçak tamamen dolu ama bir ara kendimden geçip sızmışım. Esas uzun uçuş Şili’nin
Latham (Lan) Havayolları ile Barselona – Sao Paulo arası, tam 10 saat. Bu uçak da tamamen dolu. Zaten
uzun uçuşlar hep dolu oluyor. Gülü seven
dikenine katlanır. Uyku ilacı alıyorum, son üç saat uyumuşum. Sao Paulo
havaalanı bir tuhaf, dar ve sevimsiz bir koridor boyunca yürü de yürü.
Sonunda
“Asuncion” yazılı kapıyı buluyorum, daha
2,5 saatim var. Ufak bir kafetaryada
kırmızı bir masaya ilişiyorum ve dikkatle civardaki yolcuları inceliyorum. İş
adamı kılıklı şapkalı, orta yaşlı adamcağız sanki acı ile bütünleşmiş, hayallere
dalmış belli ki bir üzüntü geçirmiş.
Saçları örülü sarışın ufak bir kız sanki neşe ile kanat çırpan bir melek gibi
mutlu sağa sola koşuşturuyor. Kırlaşmış
kısa saçlarının uzun kaküllerinin sakladığı simsiyah tılsımlı gözlerle koşan
kıza dikkatle bakan hanımla göz göze
geliyoruz bana hafiften gülümsüyor.
Havalimanının
derin karanlığında kaybolmak mümkün değil, çünkü ışık hep geri döner ve sizi
bulur. Onun için yapılacak şey, gelecek günlere ve gökyüzüne daima
ümitle bakmaktır.
Nihayet
kentlerin anası, kıtanın en eski kenti Asuncion’a
doğru havalanan uçağındayım. Bu aslında bu yolculukta en kısa uçuşum sadece 2
saat. Ünlü havacı Silvio Pettirossi’nin adını taşıyan Asuncion Havalimanı sevimli
ve ufak, kimse kapıda
yolunuzu kesip rahatsız etmiyor. Merkeze taksi fiyatları sabit ve hep 15 dolar. Havaalanı taksilerinden genelde
korkulur. Biz yeni ziyaretçiler onlar
için daima birer kurbanız.
Artık
Airbnb ile bulduğum ve daha sonra zevkli bir butik otel olduğunu anladığım “Art
– Haus” ta geceliyorum. Sahibi Amerikan vatandaşı Javier ilgili, konuşkan ve bulunduğu
coğrafya hakkında geniş bilgisi var. Özellikle hükümeti acımasız eleştiriyor ve
sabah abc gazetesinin muhabiri benimle söyleşi yapıyor ve yayınlıyor.
Değerli
Büyükelçim A. İnci Ersoy ile
başkentin en tipik ve tarihi lokantası Bolsi’de buluşuyoruz. Bu hacimde
politikacı, öğrenci, ziyaretçi ve diplomat hep birlikte iştahla yemek yiyor. İnci
Hanım 6 aydır Paraguay da görev yapıyordu. (Mayıs 2019) Bravo, bir defa mükemmel İspanyolca ve İngilizce
konuşuyor. Çok kitap karıştırmış, araştırmış, kurucu büyükelçi olmak aslında zordur.
Daha sonra gelen diplomatlar bir bakıma hazıra konar. Hanımefendi benim gibi
hassas, titiz ve dakik. Ne de olsa ikimiz de “yay burcuyuz”.
Hemen Mision
Otel’in yanında kurulmuş olan kitap
fuarında Nanduti radyo kanalına birlikte konuk oluyoruz.
Bir Paraguaylı polis telefonla şefine bilgi veriyordu. “Sabahtan
beri zanlıyı dikkatle takip ediyorum, evinden çıktı, önce berbere girdi, tıraş
oldu, ben de hemen yanındaki koltukta sakal tıraşı oldum. Lokantada hemen yan masada
idim. Sonra sinemaya girdi, işte orada izini kaybettim.”
-Niye sen de peşinden sinemaya girmedin mi ?
– Yok şefim ben o filmi daha önce görmüştüm.
Güney Amerika’nın en az ziyaret edilen bu izole kenti ben çok sevdim. Şimdi size bu ilginç ülkeyi ve
başkenti Asuncion’u anlatmaya çalışacağım.
Kısa Kısa Paraguay ile Başkent Asuncion
“Para”, yaka, “Guay” ise ırmak demek,
Mango ağaçları her yerde kimse
mangonun yüzüne pek bakmıyor.
Paraguay tropikal ve yarı tropikal bir
iklime sahip. Arazinin önemli bir bölümü çok mümbit. Bu yüzden pamuk bile
yetiştiriyor. Hayvancılık önemli bir gelir kaynağı, tüm dünyaya et satıyor.
Su rezervleri fazla ama pek
değerlenmiyor. Örneğin, çeşmelerden nedense su akmıyor, alt yapı çok zayıf,
vatandaşları sularını pet şişe ile satın
alıyor.
Arjantin – Brezilya sınırında yer alan
Ciudad Del Este(Doğudaki Şehir) çok hareketli ve büyük çaplı ticaretin döndüğü bir kent. Paraguay
gelirinin % 60’ı buradan geliyor. 60 kilometrekarelik dev bir serbest bölge.
Günde dönen bir milyon dolarlık ticaretten bahsediliyor. Genellikle elektronik
ağırlıklı. Brezilya ve Arjantin’e birer
köprü ile bağlanıyor. Arjantin’den Paraguay’a otobüs ile geçerken pek pasaport
kontrolü yok. Ama pasaportunuzda giriş mühürü olmazsa “o ülkede daima kaçak
durumunda olursunuz”. Ciudad Del Este’de Türkiye’nin Fahri Konsolosu var. Hani
başınız derde girerse !
Ciudad Del
Este’den başkent Asuncion’a karayolu ile ulaşmak ortalama 5 saat.
Paraguay ekonomisi Brezilya ile sıkı
bağlantılı, Zaten ülkede Portekizce de konuşan çok !
1811 yılında bağımsız olan Paraguay ayrıca Tayvan’ı ilk olarak resmen tanıyan ülke
de !
Tüm Güney Amerika’da “Los Turcos”
deyimi çok yaygın, aslında bu kişiler Osmanlı döneminde Lübnan ve Suriye’den bu
kıtaya göç etmişler. Elbette şu anda torunları hayatta. Paraguay’da Los Turcos nedense daha çok pazarlık edenler için kullanılırmış.
Paraguay bir dönem başta Naziler olmak
üzere bir çok ülkeden kaçan varlıklı kişilere kapılarını açmış. Cizvit
papazları da buraya gelmiş. İntihar
ettiği söylendi ama biliyorsunuz Adolf
Hitler’in cesedi bulunamadı. Onun da buraya geldiği söylentiler arasında.
Odessa adlı bir örgüt bu organizasyonu gerçekleştirmiş. Ama esir
kamplarında seçtiği Museviler üzerinde
canlıdan canlıya gerçekleştirdiği korku filmlerini andıran organ nakilleri ile
tanınan ve “savaş suçlusu” olarak arananların liste başı olan Josef
Mengele’nin Paraguay’a vardığı ve burada yaşadığı kesin görünüyor. Hatta
Concepcion yakınındaki bir köy sarışın ve mavi gözlü insanları ile bir Bavyera
kentini andırıyor. Hatta Çiftlik Bank
adı altında zaten kanmaya meyilli halkını dolandırıp kaçan şişman ve saf
görünüşlü Mehmet Aydın’ın da Uruguay’dan sonra buraya kaçtığı konuşuluyor.
Hatta hatırlarsanız beni bile bir ara ona destek olmakla suçladılar ve gazetelerde
manşette yer aldım.
Alfredo Stroessner yönetimi tam 34 yıl
sürmüş. (1954 – 1989). Ama dönemi oldukça sakin geçmiş.
Benim gençliğimde “Los Paraguayos” çok
sevilen ve dinlenen bir gruptu.
Paraguay bir dönem Güney Amerika’nın
en zengin ve kalkınmış ülkesi imiş. Hatta o dönemde 30 bin kişi Kore, Brezilya
ve Japonya’dan bu coğrafyaya göç etmiş. Savaş
ilan ettiği Brezilya, Arjantin, Uruguay birlikte Paraguay’ı kıskaç altına alıp
onun bu başarılı yükselişini durdurmuşlar.
Bugün maalesef rüşvetin büyük
boyutlara ulaştığı % 6’lık çok zengin bir kesiminin yönetime hakim olduğu, halk
yararına yapılacak işlerin çok yavaş yürüdüğü, ihalelerde çok yüksek
komisyonların hakim olduğu bir ülke yaratıldığı anlatılıyor.
Sel felaketinden dolayı evlerini terk
eden halk parlamentonun karşısındaki parka yerleşmiş. Tam bir sefalet
sergileniyor ama aldıran pek yok. 4×4
lüks arabalar caddelerde boy gösteriyor. “Del Sol” adlı AVM’de en lüks ve en pahalı markaların dükkanları sıralanıyor.
Örneğin halkın istifade ettiği, spor yaptığı ve parkların bulunduğu sahil boyundaki
yolun tamamlanması tam 25 yıl sürmüş. Çünkü parlamentoda her grup ihaleyi kendi
arkadaşlarına vermek isteyip diğerlerini engellemiş. Burada Paraguay Nehri
boyunca yürüyün.
Asuncion denize sahili olmayan fakat
heveslenen bir ülkenin bir bakıma liman şehridir. Zaten Güney Amerika’da sadece
Bolivya ile Paraguay denize ulaşamaz.
Mato Grasso yöresinden doğan Rio
Paraguay Nehri okyanusa ulaşır. Milli Bayramlarda bembeyaz denizci
üniforması ile albay ve amiraller iftiharla geçit törenine katılır. Bolivya’ya
karşı kazandığı “Chaco Savaşı” (1932 – 1935) Paraguay için daima bir başarı
öyküsü olmuştur.
Asuncion’dan Bolivya sınırına otobüsle
gideyim derseniz bu en az 30 saat demektir.
Gezi notlarında herkes nedense
Asuncion için “görülecek kayda değer bir yeri yok” demiş. Neden ki; her kentin
özelliklerini keşfetmemiz gerekir. Siz aradıkça Asuncion kendini
gösterecektir.
Asuncion Amerika Büyükelçiliği’ni ENKA
inşa ediyordu. (2019)
Kent eski ve yeni olmak üzere iki
bölüme ayrılmış.
Asuncion’da Atatürk İlkokulu var. Ne
mutlu !
Kentin merkezindeki geniş doğal park yeşil
alan olarak korunuyor. Buranın adı “Sağlık Parkı”.
Asuncion Belediyesi kent duvarlarını
grafiti sanatçılarına tahsis ediyor. Sahiden harika eserler ortaya çıkmış. Güzel
ve başarılı bir uygulama
Havalimanı kent merkezine oldukça
yakın, taksi ile 15 dakika, dönüşte şehirden alana kadar taksi 10 dolar
tuttu.
Barno
Müzesinin tavsiye ederim, Kristof Kolomb öncesi
seramikleri ile yerli ve çağdaş sanat bölümleri var.
Karmelitas
Caddesi kentin kalabalık alışveriş sokağı.
Belediye
Müzesi kentin 1880 yıllarında kuruluşunu anlatıyor.
Ama bence öyle pek ilginç değil
Bir de tren istasyonunda bulunan bir
müze var. (1861) Güney Amerika’daki ilk
ray hattının kurulduğu bu ülkede uzun
zamandır tren seferleri gerçekleşmiyor.
Botanik Bahçesini (Jardin Botanica) ilgi
duyanlara öneririm.
Tarihi şehir Colon Antequera Caddesi civarında zevkli koloniyal binalar
dikkatinizi çekecek.
Palacio
de Lopez Sarayı (1857) şüphesiz kentin en görülesi
binası. Louvre Sarayını örnek almış. Cumhurbaşkanlığı’na ev sahipliği yapıyor.
Panteon
Nacional de Los Heros (1936) bir kahramanlar ve şehitler
anıt mezarı, Paris’teki benzerini andırıyor.
Kentte ulaşım rengarenk otobüslerle
sağlanıyor. Metro ve tramvay yok. İş çıkışlarında otobüse binmek pek öyle kolay değil. Otobüslerin içi ise ayrı bir
alem. Seyyar satıcılar ve müzik yapanlar hiç eksik olmuyor.
Gece hayatı ise oldukça hareketli, La Cachambra gece kulübünü tavsiye
ediyorlar. Salonun ortasında bir tren varmış.
Catedral Metropolitana 1842 yılında
yenilenmiş.
Her coğrafyada pazarlar fotoğraf
çekmek için ideal yerlerdir. Burada da Mercado
Quatro var.
Paraguay’ın yerli halkı Guarinelerdir. Nüfusun büyük bölümü
melezdir. Zaten bir dönem beyazların
kendi arasında evlenmesi yasakmış.
Halkı için dakik oldukları söylenemez.
Bu coğrafyada aceleye gerek yoktur. Öğle tatili en az 2,5 saat sürer. Ama
unutmayın bu coğrafyada yazın sıcaklık 45oC’ye kadar yükselir.
Paraguay’ın nüfusu genelde gençtir ve
çoğu 30 yaş altı. Ama eğitim sistemi “çok başarısız”, belki de birileri düşünmeyen, yazmayan ve
okumayan bir toplum yaratmak istemiş.
Parasının adı “Guarinisi” ama genelde
Amerikan doları da kabul ediyorlar. 1 USD = 4000 Guarinisi (Haziran 2019)
Genellikle et obur bir ülke, bilhassa “Asado” yani barbekü ziyafetleri ünlü. Seçimlerde adaylar
köy köy dolaşıp barbekü partileri düzenlermiş. Adayın fotoğrafı ve adı barbekü
verilen alana asılınca seçimlerde oylar elbette bu adaya gidermiş.
Brezilya ile ortak kullandığı Itaipu
Barajı, bir dönem dünyanın en büyük hidroelektrik santralleri arasında yer
aldı.
Paraguay’ın komşuları gibi ciddi bir
yeraltı kaynağı yok. Komşusu Şili dünyanın en önemli bakır ve lityum
yataklarına sahip.
Panchos
Bir çeşit sosisli sandviç
Mbeiu
Mısır unu ve peynirle yapılan nişastalı kek
Pastel Madio
Kıymalı turta, aslında tüm Güney Amerika’da bu turta çok yaygın
Chipa (Çipa)
Paraguay peyniri ve mısır unu hazırlanıyor, “simidi” andırıyor.
Guarana
Şeker eklenmemiş yerel bir içecek,
Bitkisel Çaylar
Kurutulmuş Mate otundan yapılan Mate çayını
soğuk (terere) ve sıcak (mate) olarak çok tüketiyorlar. Termoslarda veya
Guampa denilen tahta ve metal pipetli bardaklarla mate çayını daima
yanlarında taşıyorlar. Mate çayı kalbi rahatlatır, zihni açar, yorgunluğu
alır.
Sopa Paraguyana
Taze mısır, mısır unu, süt ve soğanla
hazırlanıp, fırında pişiyor. Bir çeşit kek
Dünya’ da yeni yerler keşfeden Avrupa’ lı denizci milletler peşlerinden göçmenleri getirirken, yeni gelen göçmenler kendi ülkelerine yani Avrupa’ ya benzer özellik gösteren coğrafyaları tercih ettiklerini görmekteyiz çoğunlukla. Örneğin Afrika’ da Güney Afrika Cumhuriyeti’ nin en çok Avrupa’ lı göçmenin geldiği yer olmasının sebebinin de bu olduğunu düşünüyorum. Komşu ülkeler Arjantin veya Brezilya’ da insan yüzlerine bakıldığında yer yer eski Amerika yerlilerini andıran yüzleri sıklıkla görsek de Uruguay’ da genelde beyazlar çoğunluktadır. Yemyeşil bitki örtüsü, geniş çayırlıkları ve düz arazisi ile coğrafi özellikleri de Avrupa’ yı andırıyor Uruguay’ ın. Bu nedenle Uruguay’ a Güney Amerika’ nın Avrupalısı adını verdim.
Türkiyeden doğrudan uçuş bulunmayan Uruguay’ a Arjantin’ in başkenti Buenos Aires’ den ulaşım oldukça kolay. Otobüsle geçmek isterseniz, iki ülkeyi ayıran Uruguay Irmağının dar yerlerine kurulu kuzeydeki köprülerinden geçerek giden otobüsler 12 saatte başkent Montevidio’ ya varıyorlar. Uruguay Irmağı’ nın denize döküldüğü yer oldukça geniş bir körfez şeklini almış ve nereden nehrin bittiği ve nereden denizin başladığı belirsiz. Buenos Aires’ ten hızlı bir şekilde Uruguay’ a geçmenin yolu gemileri kullanmak. Körfezi karşıdan karşıya geçen deniz otaobüsleri mevcut ve oldukça hızlı bir biçimde gidiyorlar. Colonia Express adlı deniz otobüsünü tercih ettim. 1 saatlik yaklaşık 25 dolar (150 Arjantin pezosu) ödenerek yapılan yolculukla Uruguay’ ın Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde bulunan Colonia Del Sacramento şehrine geliyorsunuz. Gemiye binmeden önce Unesco birtakım tarihi değerleri için bu şehri listeye almış olsa da, şehrin etrafındaki ilk gelen Avrupalı’ ların yaptığı basit surlar ve tarihi birkaç yapının tarihi değeri Türkiye’ de yaşayan birine göre oldukça vasat kalıyor.
Unesco Dünya Kültür Mirası Listesindeki Colonia Del Sacramento Şehir Surları
Colonia Uruguay’ ın turistik yerlerinden olduğu için oldukça fazla otel ve yemek seçeneği var. Fakat restoranlardan hiçbiri akşam 20′ den önce servise başlamıyor. Karnınız çok aç olsa marketlerden alacağınız yiyecek dışında bir şey bulamayabilirsiniz. İstanbul adını taşıyan bir Türk restoranı Uruguay’ da bile var. Sahipleri konuştuğumda akşam yemeğinin saat 20′ den sonra yenmesinin burada bir kültür olduğunu öğreniyorum.
Hayvancılığın gelişmiş olduğu bu ülkede et ve et ürünlerinin fiyatları diğer yiyecek maddelerine nispeten ucuz. Hayvancılık ve tarım yaygın olmasına karşın Uruguay’ da nüfusun az olması nedeniyle doğal yaşam da korunmuş görünüyor. Örneğin ülkede muazzam kuş çeşitliliği var. Uruguay’ ın ulusal kuşu kabul edilen “güneyli lapwing” (southern lapwing) kuşunu her yerde görmek mümkün. Ayrıca Colonia şehri muazzam bir papağan cenneti. Şehrin içindeki ağaçlar kalabalık papağan sürüleri ile dolu. Ziyaretim sırasında (Ağustos ayı) Uruguay da kışın ortası olmasına karşın hava çok soğuk değildi. Aşırı soğukların görülmediği bu ülkede papağan nüfusunun fazla olması normal olmakla birlikte şehir içlerinde bu denli kalabalık papağan varlığı oldukça ilgimi çekti doğrusu.
Uruguay’ ın ulusal kuşu “Güneyli Lapwing” Colonia’ da papağanlar
Colonia Şehri kadar başkent Montevideo’ da sessiz bir şehir. Şehirdeki birkaç meydan hariç diğer yerlerin sessizliği Avrupa şehirlerini andırıyor. Şehir dışlarında yol boylarında sık sık büyük çiftliklerde kırsal yaşam yaşam oldukça yaygın. Fakat ülkenin kırsal bölgeleri de şehirleri gibi gelişmiş durumda. Son yıllarda Avrupalı’ yaşlıların Uruguay’ a göç ederek bu ülkede yaşamayı tercih ettiklerini okuyorum. Gerçekten de ülkenin tamamı sanki bir sayfiye yeri.
Başkent Montevideo’ da tarihi meydan
Komşu ülkelere göre daha gelişmiş bir görüntüsü bulunan Uruguay’ da kendi para birimleri olan Uruguay Pezo’ su kullanılıyor. Fiyatlar diğer Güney Amerika Ülkelerine göre biraz pahalı. Pahalılığın nedenlerinden biri de ülkeye gelen yabancılar olabilir. Geniş alanlarda az insanın yaşadığı, hayatın oldukça durağan aktığı bu ülkede fazla durmanın çok fazla gereği olmadığı için kısa bir seyahat yeterlidir.
Peru ile Bolivya arasındaki sınırın bir bölümünde dünyanın en yüksekteki en büyük gölü yer alıyor. Deniz seviyesinden 3800 m. yüksekte olan bu gölün adı Titicaca Gölü. 194 km uzunluğunda ve 65 km. genişliğindeki bu gölün en derin yerinin 280 m olduğunu okumuştum. Hakkında birçok efsaneler bulunan bu gölde sekiz adet ada var. Bu adalardan biri ve en büyük olanı gölün Bolivya sınırı içinde olup, üstünde bazı kalıntılar bulunan Titicaca adası. Adada bulunan Güneş Tapınağı kalıntılarından dolayı “Güneş Adası” olarak da biliniyor.
“Titi” İnka dilinde Jaguar ya da Pars anlamına geliyormuş.
“Caca” (Kaka) ise kaya demekmiş. İnkalar bu adaya Pars Kayası adını vermişler. Çok eski bir efsaneye göre bir gece bir pars Titicaca adasının en yüksek kayası üstünde görülmüş. Başında çok büyük bir yakut olan bu kutsal hayvan, taşın ışığı ile adanın etrafındaki suları başkent Lima’nın ticaret limanı olan Callao’ya kadar aydınlatmış. Bu bir efsane olmakla birlikte Titicaca gölü bunun gibi onlarca efsaneye ev sahipliği yapıyordu.
Bugün Titicaca Gölü üzerinde tekne ile gezecek, yüzen adalarda yaşayan kabilelerin yaşantılarını yakından görecektik.
Sabah kahvaltı sonrası bir minibüs bizi otelden alarak Puno’nun göl kıyısındaki limanına bıraktı. Peru’lu rehberimiz eşliğinde gurupla birlikte bir tekne ile göle açıldık. Hava şansımıza hafif bulutlu olmakla birlikte yağmur olasılığı yok gibiydi. Teknemiz sazlıkların arasından gölün orta kısımlarına doğru ilerliyordu.
Ufukta üstünü bulutların süslediği And Dağları bütün heybeti ile uzanmaktaydı. Yaklaşık yarım saat sonra sazlardan yapılmış kulübelerin bulunduğu adacıklara vardık. Kıyılarda yine sazlardan imal edilmiş tekneler göze çarpıyordu.
İskeleye yanaşan tekneden iner inmez adada yaşayan yerliler bizi karşıladılar. Uros denilen bu ada halkı bir zamanlar kendilerini işgalci kabilelerden korumak amacıyla sazları örerek yaptıkları bu adacıklara yerleşmişler. Gölde bu adalardan farklı büyüklükte onlarcası yer alıyor. Bu adalarda yaşayanlar her türlü ihtiyaçlarını adalar üzerinde karşılıyorlar. Daha büyük olan adalarda kalabalık koloniler halinde yaşantılarını sürdürmekteler. Okulları, marketleri adalar üzerinde sazlardan yapılmış kulübelerden oluşuyor. Çocuklar bir adadan diğerine kayıklara binerek okula gidiyorlar. Geçimlerini balıkçılıkla ve turizm ile sağlıyorlar.
Uros kadınlarının, örgülü saçları ve bol kesimli renkli etekleri ile tipik bir görünüşleri var. Turistlere alışkın oldukları belli olan ada halkı bizlere adaların nasıl yapıldığını, yaşantılarını anlattılar. Daha sonra sazlardan yapılmış bir tekne ile gölde bir gezinti yaptık. Ada üzerinde bir markette kahve molası verdikten sonra yöresel el işi eşyaların tanıtımı ve alış verişten sonra bizi şarkılarla uğurladılar. Geldiğimiz tekne ile Puno’ya döndük.
Otele geldiğimizde karnımız acıkmıştı. Şehrin ana meydanına yakın bir restoranda yemek yedikten sonra Puno sokaklarına daldık. Neyse ki bir önceki gün bizi fena halde etkileyen oksijen açlığına bünyemiz yavaş yavaş alışıyordu. Hafiften başlayan yağmura aldırmadan dolaştık. Meydanda toplanan orkestralardan yayılan müziği dinledik.
Bu coğrafyada yaşayan ve eski bir kızılderili ırk olan “Quechua” yerlileri ile sohbet ettik, resim çektirdik. Akşama doğru oksijen açlığı tekrar kendini göstermeye başlamıştı. Otele dönüp dinlenmemiz gerekiyordu. Yarın sabah erken yola çıkacak ve 8 saat sürecek olan bir tren yolculuğu ile And Dağlarını aşarak Cusco’ya gidecektik.
Yatağa yattığımda aklıma eski İnka efsaneleri geldi. Güney Amerika’nın hemen hemen her tarafında çok eski çağlardan kalma yapılar bulunuyordu. Fakat en fazla kalıntının bulunduğu yer Peru sınırları içindeydi. Pek çok uygarlık bu bölgede izlerini bırakmıştı.
Çoğu tarihçiler Güney Amerika uygarlıklarının beşiğinin Titicaca Gölü olduğuna inanmaktaydılar. Güney Amerika uygarlıkları ile ilgili okuduğum kitaplarda İnka öncesi mitler, Titicaca Gölündeki adalarda yaşayan ve eski bir ilah olan “Viracocha” dan bahsetmekteydi. “Viracocha” dünyayı henüz karanlık hüküm sürerken, güneş yokken yaratmış.
Sonra Titicaca Gölü üzerindeki güneşi ve ayı doğurmuş, böylece dünya ışığa kavuşmuş. Sonra da bugün bölgede bulunan Tiahuanaco şehrinde kilden insan ve hayvanları yaratarak onlara hayat üflemiş. Viracocha, uzun yıllar bölgede yaşadıktan ve insanları eğittikten sonra bir gün herkesle vedalaşarak arkadaşları ile birlikte okyanusun dalgaları üzerinde gözden kaybolmuş.
Hikayenin buraya kadar olan kısmı için mitoloji denebilir. Ancak, Paskalya Adası’nın Avrupalı kaşifler tarafından 1772 yılında keşfedilmesi ile birlikte mitlerle gerçekler birbirine karışmaya başlıyordu.
Avrupalılar Büyük Okyanus adalarına geldiklerinde adalardaki yerlilerin çoğunun mavi gözlü, soluk beyaz derili ve kızıldan sarıya kadar değişen renkte saçları olduğunu görünce hayretler içinde kalmışlar. Bu insanlar tunç renkli derileri ve kuzguni siyah saçları ile Polinezyalılardan farklı imiş.
Paskalya adası halkı ise güneşten kavrulan dağlık bir ülkeden deniz yolu ile gelen beyaz ataları hakkında hikayeler anlatıyorlarmış. Acaba bu beyaz derili ırk Peru’daki mitlerde adı geçen ilah olan “Viracocha” ve arkadaşları mıydı?
Titicaca gölü çevresindeki hikayeler ile Büyük Okyanus yerlileri arasındaki kulaktan kulağa dolaşan efsaneler birbiriyle örtüşüyordu.
Uykuya dalmadan önce düşüncelerim bu efsaneler ve mitler arasında gezinmekteydi.
Güney Amerika’nın, dünya ve Türk basınında en çok yer almış ve kendinden söz edilen ülkesi hangisi dense, çoğu kimse hemen “Arjantin” diyecektir. Tango’suyla, Peron’uyla ve eşi Eva’sıyla, diktatör Videlası’yla, Falkland Savaşı’yla, Maradona’sı ile ve tabii birasıyla!..
Osmanlı pasaportuyla Arjantin’e yerleşmiş olması nedeniyle “El Turco” diye anılan ve ülkemizi ziyaret eden Sabık devlet başkanı Carlos Menem ile ülkemizde de sahnelenen Andrew Llyod Webber’in Evita müzikali, Arjantin’le ülkemizi sanki daha bir yakınlaştırdı. Sonra bir bakıma Arjantin = et demektir.
Arjantin, Güney Amerika’nın güneyinde, 2,8 milyon kilometre kare yüz ölçümlü bir ülke. Bir bölümüne Mezopotamya, bir bölümüne Patagonya deniliyor. İlk yerleşim XVI. yüzyılda başlıyor. Önce Macellan, sonra İspanyollar gelmiş bu topraklara. Pampalarda kurulan büyük çiftliklere göç yüreklendirildi.
Macellan’dan sekiz yıl sonra 1536’da Mendoza, Buenos Aires’i çamur renkli bir ırmağın deltasında kurmuş. Arjantin’in yerli halkı olan Kızılderililerle uzun süre çarpışan Mendoza ülkesine geri dönmeye karar verince, Buenos Aires tam 270 yıl önemsiz bir kent olarak kalmış. Daha sonra İngilizler buraları işgale kalkışınca, Kızılderililer ile İspanyolların direnişi ile karşılaşmışlar. Ardından da İspanyollar, yoğun bir göç başlatmışlar bu topraklara.
Arjantin, 1912’ye kadar az sayıda insanın, yani sadece toprak sahibi soyluların oy kullanabildiği bir cumhuriyetmiş. 1916-1930 arasında Halver’in iktidara gelişiyle herkese seçme ve seçilme hakkı tanınmış ve Arjantin bu dönemde dünyanın en zengin ülkelerinden biri olmuş. 1880 ile 1930 yılları arasında Arjantin’e Avrupa’nın birçok ülkesinden 9 milyon maceraperest insan göç etmiş.
1930’larda askerî bir darbeyle iş başından uzaklaştırılan Halver’den sonra, 1946’ya değin “askerî” bir dönem yaşanır Arjantin’de, sonra Peron cumhurbaşkanı seçilir. Peron, ilk karısı Eva Duarte’nin yardımları ile işçi ve köylünün sempatisini toplar; ama ordu ve kiliseyle arası açılır. Sonuçta, 1955 yılında Peron bir ihtilal ile devrilir. Ancak, Arjantin ekonomisi bir türlü belini doğrultamaz.
Bunun üzerine 1973 yılında Peron tekrar başa geçer; fakat bir yıl sonra ölür. Peron’un ölümünden sonra başkan yardımcısı ve onun üçüncü eşi olan Isabel Peron, batı yarım küresinde ulusal bir hükümetin başına geçen ilk kadın “başkan” unvanını alır. Ama ülkede kargaşa artınca, 1976’da kanlı bir ihtilâlle iktidardan uzaklaştırılır. Sıkıyönetim ilânı ile birlikte meclis kapatılır, General Videla cumhurbaşkanı olur. 1981’de ise cuntanın başına Galtieri getirilir. 1982’de Arjantin, Falkland Adalarını işgal edince, Galtieri’nin adı dünya basınında çok sık geçmeye başlar. Dış baskılar sonunda adalar yeniden İngilizler’e kalınca, Galtieri’nin de yıldızı söner. Sonuçta da cunta 1983 Ekim’inde dağılarak, yerini sivil yönetime bırakmak zorunda kalır.
Arjantinlilerin hemen hemen tümü Avrupalı göçmenlerin torunları; ama onları öteki Lâtin Amerikalılardan ayıran bir özellik, çoğunlukla “İspanyol” değil “İtalyan” asıllı olmaları. İtalyanları sonra Basklar, Polonyalılar, Ukraynalılar, Orta Avrupalılar, İskoçlar ve İngilizler takip ediyor.
Arjantin üzerine en güzel kitaplardan birini yazan Pierre Kalfon’un “Sıradan bir Arjantinli” tarifi ise şöyle:
“Sırasıyla bir adet geniş kalçalı Kızılderili kadın, iki İspanyol binici, üç iyice ezilmiş “Gauço” (melez), bir İngiliz seyyah, yarım baş Bask çiftçi, bir tutam zenci… Kısık ateşte 300 yıl kaynatın… Helmini dökünce, çabucak tercihen Güney İtalya’dan beş İtalyan köylü, bir Polonyalı Yahudi, dörtte üç Lübnanlı tüccar ve bütün bir Fransız fahişeyi ekleyin. Elli yıl dinlendirip öyle servis yapın.”
Hayvancılığın ekonomi bakımından önemli olduğu Arjantin’de eğer et yemediyseniz, hayatınızın yarısı gitti demektir. Lokantalarda etler birer kilo ağırlığında geliyor önünüze. Hele “Baby Beef” dedikleri 8 santim kalınlığında 15 santimetre genişliğindeki etleri bitirmek bir mucize. Etin yumuşaklığı ve lezzeti unutulur gibi değil. Bizim ineklerden biraz daha küçük boylu; ama şişman olan inekleri, lokantaların kapısına koymuşlar.
Et depoları, daha kapıdan girerken insanın gözünü doyuruyor. Evet, Arjantin’de et üretimi kişi başına yılda 82 kilogram; ama hükümet halkın sağlığı için sebze ve meyve yenilmesini teşvik ediyor. Aman aniden çok et yemeyin, gece fenalık geçirebilirsiniz.
Nüfusun üçte biri başkent ve yakın çevresinde yaşıyor. Yani Arjantin’in bir tek büyük şehri var.
Bu bilgiler, Arjantin’in öteki Güney Amerikalı ülkelere oranla ne kadar farklı bir konumu olduğunu da göstermiyor mu?
Buenos Aires’in çevresinde Arjantin’in yüreği olan “pampalar” uzanıyor ve bu otlaklar yüz ölçümünün %20’sini kaplıyor. Pampalarda odaklaşan tarım, ülke ekonomisinin temelini oluşturuyor. Tarım, ülkenin dış satımında %90’lık bir paya sahip. Besicilik ise en önemli sektör. Bu sektör Arjantin’i dünyanın en büyük et dış satımcılarından biri yapmış durumda. Bağcılık ve şarapçılık konusunda da iddialı bir ülke.
Bir zamanlar enflasyonun en korkunç boyutlarda kendini gösterdiği Arjantin 1992 yılı başında Austral’den dört sıfır atıp para birimini peso’ya çevirdi. Yaşanan ekonomik sıkıntılar yüzünden (1 USD = 1 peso) uygulamasından da 2001 yılında vazgeçiliyor.
“Arjantinlinin biri Buenos Aires’in halk pazarından aldığı tişörtü çocuğuna giydirmiş. Bir süre yürüdükten sonra yağmur başlamış. Islanan tişört çekmiş, Düttürü Leyla’nın giysisine dönmüş çocuğun üzerinde. Çocuğunun elinden tutan adam yeniden aynı dükkâna getirmiş. Satıcının yanına yaklaşmış ve tişörtü işaret etmiş:
– Tanıdın mı?
Satıcı pişkin:
– Maşallah, maşallah! Ne de çabuk büyümüş, delikanlı olmuş maşallah!… ”
Buenos Aires: Güney Amerika’nın Paris’i
İspanyolcada “hoş rüzgar” anlamına gelen Buenos Aires, Avrupalı görünümüyle Güney Amerika’nın en büyük ve en önemli kenti. River Plate isimli 4 bin 410 kilometre uzunluğundaki nehrin, Rio De La Plata adı verilen denizden 200 kilometre içerdeki deltasında kurulmuştur.
Pampaların başkenti Buenos Aires mimarî yönden çok farklı dümdüz bir kent. Klasik, barok, art novo, rokoko, koloniyel ve belle-epoque yapılar, iki katlı İngiliz köy evleri, beton yüksek apartmanlar, çelik ve cam kaplı modern gökdelenler, hepsi yan yana aynı caddede sıralanıyor. Mimarîdeki bu kargaşayı parklar, sokaklar ve caddeler dengeliyor. Tüm sokaklar birbirine paralel veya birbirini dik olarak kesiyor. Kentin bir ucundan başlayan sokak, diğer ucunda bitiyor. Buenos Aires’in sokaklarından her an insan taşıyor, müzik taşıyor. Gecenin üçünde-dördünde bile trafik sıkışabiliyor.
Trafik deyince, yine ilk kez gördüğüm bir uygulamayı anlatmak istiyorum: Otomobilini park etmek isteyen, öne ve arkaya birkaç tampon darbesiyle öndeki on arabayı ve arkadaki on arabayı iterek kendine park yeri açıyor. Kimse el frenini çekmiyor. Bu ülkede park ederken değil, doludizgin yaşarken de “fren” kullanan pek yok!
“Portenus” yani “liman sakinlerinin” başkenti Buenos Aires’de her şey çok büyük boyutlarda. 1830’lu yıllarda buraya gelen ünlü bilim adamı Darwin, o günün 60 bin nüfusu için fazlası ile büyük bulduğu Buenos Aires’i kitaplarında bu yönüyle anlatacaktı.
Ünlü sanatçı Rodin, Buenos Aires’i çok severmiş ve sık sık ziyaret edermiş. Meşhur “Düşünen Adam” heykelinin bir tanesini bu kente hediye etmiş. Diğer iki heykelden biri Paris’te, diğeri ise New York Metropolitan Müzesi’nde.
Buenos Aires yemyeşil bir kent. Şehir içinde büyük bir alanı kaplayan polo ve at yarışlarının yapıldığı, gölleri ile Palermo Parkı heykellerle donatılmış. Boş zaman bulursanız dünyanın en büyüğü olarak anılan tarihî Colon Tiyatrosu içinde bir tur atıp, atölyelerini, sahnesini, salonunu ve sahne kıyafetlerini şöyle bir hayranlıkla seyredin, derim.
“Plaza De Mayo” yani “Mayıs Alanı” çok ama çok ünlü. İspanyol döneminin hükümet binası bugünün tarih müzesi “Metropolitan”, katedral, alımlı sarışın Eva Peron’un balkonunda ateşli konuşmalar yaptığı ve halka seslendiği ünlü Pembe Saray, hep bu alanda. Arjantin’de iç savaş esnasında taraflarından birisinin bayrağı kırmızı, diğerinin ise beyaz olduğundan, sarayın rengi için bir türlü anlaşamamışlar, sonunda binayı “pembeye” boyamışlar. Bugün de devlet başkanının çalışma odaları burada bulunmaktadır.
Mayıs Alanı’nın ortasındaki dökme demir çeşmeli havuzun çevresi, beyaz tebeşirle çizilmiş insan siluetleriyle dolu. Arjantinli anneler, ortadan kaybolan ve yıllardır haber alamadıkları çocukları için hâlâ her perşembe günü saat 13’te burada toplanıyorlar. Bu, bana bir dönem Galatasaray Lisesi’nin önünde toplanan “Cumartesi Anneleri”ni hatırlattı.
Uzun süren askerî rejim dönemlerinde kaybolan 9 bine yakın kayıp Arjantinlinin arkasında bıraktığı binlerce anne, baba, eş ve çocuk var. 1976-1983 yılları arasında Videla, Viola, Galtieri ve Bignore dönemlerinde ortadan kaybolanlara ait tüm iddialar değerlendirildiğinde, kayıplar 30 bine ulaşıyor. Bu yıllar arasında yeri gizli tutulan 300’e yakın ceza evi vardı. Askerî rejim karşıtı yüzlerce insanın uçak ve helikoptere bindirilip, canlı canlı havadan Plata Nehri’ne atıldığı anlatılıyor. Ceza evinde doğup, anneleri ölen çocukların büyük bölümünü, çocuğu olmayan subaylar evlat edinmişler.
O günlerde olduğu gibi bugün de çocukları kaybolmuş(!) anneler; eşleri, yakınları kaybolmuş(!) kadınlar bu meydana geliyorlar. O zamanlar, ellerinde kaybolanların fotoğrafları, başlarında beyaz baş örtüleri ve yüreklerinde umutla her gün gelirlermiş… Şimdilerde artık yalnız haftanın bir günü, perşembeleri geliyorlar. Başlarında yine baş örtüleri var; ama çocuklarını, yakınlarını bulma umutları artık “yok”. Şimdi, yaşanılanlar unutulmasın, herkes bilsin, sorumluluktan herkes payını alsın diye geliyorlar. Çünkü içlerinden birinin dediği gibi “Bu kentte olup bitenden yaşayan herkes “sorumlu”. Kimse bilmiyordum, görmedim, duymadım diyemez.”
Parlamento Alanı, Parlamento Binası ve Parlamento Anıtı ile barok, rokoko karışımı süslemelerin tam bir cümbüşü. Corienthes Bulvarı ise Buenos Aires’in Broad-way’i; neon ışıkları, sinema ve tiyatroları ile çok hareketli. Tucuman Sokağı’nda ise çok büyük kitap ve müzik dükkânları sıralanmakta. Yani burada eski ve yeninin hoş bir uyumu var. Dünyanın en geniş caddesi olarak anılan (144 metre) ortasından koca bir Obelisk bulunan ünlü 9 Temmuz Bulvarı’ndan muhakkak geçeceksinizdir.
San Telmo’daki antika pazarı, kente gelen herkesi kendine çekiyor. Gerçek antikaların satıldığı, canlı heykellerin objektiflere poz verdiği, kuklaların oynatıldığı, çalgıcıların müziklerini, özellikle Pazar günleri “tango” sokak dansçılarının da danslarını sergilediği, köyden kente göçün izlerini taşıyan hüzünlü ve hareketli bir yer San Telmo. San Telmo alçak sarmaşıklı binaları, yosun tutmuş tuğlaları, demir parmaklıklı balkonları ve gösterilerin tüm hızı ile devam ettiği Dorrego meydanı ile eminim sizi memnun edecektir.
Arjantin; deri eşya, timsah ve yılan derisi, ayakkabı, çanta imalâtında dünyanın en iyilerinden kabul ediliyor. Ayrıca, Buenos Aires sokaklarında ve özellikle Florida Caddesi’nde dünyanın ünlü mağazalarının şubelerini görmek mümkün. Kent gezisinin ilginç bir durağı olan Rocalette ise lüks lokantalar, butikler, barlar ve sanat galerileri ile dolu.
Eva Peron: Bir Efsane
Eva Duerte, 7 Mayıs 1919’da küçük bir taşra kasabasında, bir çiftçinin evlilik dışı çocuğu olarak dünyaya gelir. 1940-43 yılları arasında Buenos Aires’te radyo ve film dünyasında hızla yükselir. Bu arada, Albay Peron’la evlenen Eva, kocasının cumhurbaşkanı olması nedeni ile siyasette etkin bir rol oynar. Sağlık ve çalışma bakanı olarak çalışan Maria Eva Peron, işçi ücretlerinin artırılmasında etkin olur.
Eva Peron Vakfını kurar, çok sayıda hastane, kimsesizler yurdu ve huzur evi yaptırır, kadınlara seçme ve seçilme haklarının verilmesinde etkili olur. Kendisine “Evita” olarak hitap edilmesini ister. Ancak, onu sevenler kadar, sevmeyenlerin varlığı da bir gerçekti. Otuz üç yaşında, 1952 yılında kanserden öldüğünde, sokakları dolduran kalabalık yüzünden iki bin kişi yaralanmıştı. Raçoleta Mezarlığı’nda her biri birer tarihsel anıt olan değeri 50 bin USD’yi bulan aile mezarları arasında yer alan, sürekli taze çiçeklerle süslenen kabrini, ülkeye gelen turistlerle birlikte kendisini seven Arjantinlilerde sık sık ziyaret ediyor.
Eva’nın ortalıktan esrarengiz bir şekilde yok olan kemikleri ancak 20 yıl sonra bir istisna olarak (asil bir aileden olmadığı için) buraya kaldırıldı.
Buenos Airesliler, Yunan tarzı kolonlarla süslenmiş bu ünlü mezarlık için şöyle diyorlar. “Ömür boyu lüks içinde yaşamak, Raçoleta mezarlığında gömülü olmaktan daha ucuzdur”
Delta ve bir Alman Zırhlısı
Buenos Aires yakınındaki El-PazoIrmağı’nın deltasında bir gezinti yaptık. Akarsu alabildiğine yayılmış, çok geniş bir delta. Ortada adacıklar var. Kıyı boyunca uzanan ve birbiri ile yarışan görkemli villâlar yapılmış. Bu deltada geçmişte meydana gelen ilginç bir olay, bugün hâlâ insanların belleğinde yaşıyor.
1.Dünya Savaşı’nın hızla dünyanın her yanına yayıldığı dönemde Almanlar, düşman donanmalarını alt etmek amacıyla Atlas ve Hint Okyanusu’na korsan filolar ve cep denizaltıları gönderiyor. Bunlar ticaret gemilerini izleyip onları insafsızca batırıyorlardı. Bu korsan zırhlıların en ünlülerinden biri “Admiral Graf Von Spee”; geminin komutanı da Amiral Hans Landgsdorff idi. Bu ünlü denizci, I. Dünya Savaşı’na katılarak birçok başarı elde etmiş, Alman Filosu Başkomutanlığı Kurmay Başkanlığı’na dek yükselmiş.
Ünlü komutan korsan zırhlısıyla okyanuslarda kol gezerken, bir İngiliz ticaret filosunu sıkıştırıyor ve dokuz gemi batırmayı başarıyor. Ancak, üç İngiliz zırhlısı Landgsdorff’un peşine düşüyor. Yara alan Alman zırhlısı, düşmanlarını atlatmak amacı ile Plata Irmağı’nın deltasına giriyor. Burası tarafsız bölge olduğundan, İngiliz zırhlıları içeri girmeyip deltanın denize açıldığı yerde demirliyorlar ve Alman zırhlısını ablukaya alıyorlar.
Uruguay yönetimi kendisine 48 saat onarım izni veriyor. Kapana kısılan gururlu komutan, verilen sürenin bitmesine yakın asker ve subaylarını son kez toplayıp, onlara hizmetinden dolayı teşekkür ediyor ve hepsini karaya çıkartıp gemisinin su kapaklarını açıyor. Bir süre sonra zırhlısı ile birlikte deltanın derinliklerinde yok oluyor. Teslim olmak yerine ölümü seçen insanlar, hele böyle bir de trajik öykü yazarlarsa, yıllar sonra hâlâ hatırlanıyorlar. Bu olay da, bunun bir örneği işte.
O Koca Çiftlikler
Buenos Aires’e gelen turistleri, kentten pek de uzakta olmayan çiftliklere götürürler. Siyah pantolonlu, siyah çizmeli ve siyah şapkalı, beyaz gömlekli, bellerinde kalın geniş bir kemer, kemerlerin üstünde zımbalanmış metal paralarla “gaucho”lar, bu çiftlikte sizi genellikle bayraklarla karşılar.
Dizi dizi ızgaralar üstünde öksüzü bile doyuracak kadar et, tavuk, hindi, sucuk, sakatat, kaburga pişmektedir. İsteyen ata biner, isteyen gösterileri seyreder. Beyaz ve siyah benekli ve besili inekler etrafta sallana sallana dolaşmaktadır. Yemekten sonra yine bir tango seyredip 50 kilometre uzaktaki başkent Buenos Aires’e dönebilirsiniz.
Tango: Sokağın Felsefesi
Arjantin’de bir de müzik olgusu var ki, ulusal bir tavra dönüşmüş. Şöyle de denilebilir: Anglosakson kültürüne Brezilya samba; Jamaika kalipso; Arjantin ise tango ile karşı çıkmış. Hepsi de tam birer baş kaldırı müziği aslında; ama mükemmel bir estetikle bütünleşmiş.
Tango’nun tarihi oldukça eskilere dayanıyor. Tango önce Buenos Aires’ten kendine özgü argo bir dille bezenmiş olarak doğuyor. O dönemde buna “Lunfargo” adı veriliyor. İtalyanca, Fransızca ve Almanca sözcüklerin karışımıyla ve bazen de uydurma sözcüklerle oluşan bir dilmiş bu. Oldukça küfürlü bir dil…
Pansiyonlarında yasalara aykırı işlerin döndüğü, sokaklarında şarap ve şeker kamışı rakılarının içilip kavgaların yapıldığı kenar mahallelerin dili. Hatta anneler ve babalar sokaklarda tango sözlerini duymasınlar diye çocuklarının kulaklarını pamukla tıkarlarmış.
Sonra bir dönem geliyor, tangoda argo yasaklanıyor. Mesafe tanımadığı, eller, vücutlar, yanaklar, kalçalar ve bacaklar dans sırasında yapıştığı ve zaman zaman kadın kadına veya erkek erkeğe dans edildiği için “ahlâksızlık” diye kilise de karşı çıkıyor tangoya…
Halbuki tango, yaşamın ta kendisi Arjantinliler için. Örneğin ayakkabı tamircisi, kapıcı, işportacı, genelev patronu için bile tango yazılmış. Tangoyu çalanlar, söyleyenler ve dans edenler, bu müziğin kendilerini anlattığına tüm içtenlikleriyle inanırlar. Tango umutsuz aşkları, ölümsüz sevgileri anlatır.
Aslında tango; “Hüzünlü bir düşüncenin dans biçiminde kendini ifadesidir.” desek yanlış olmaz. Erkek hiçbir zaman gülmez, asık suratlıdır; çünkü tangoda yaşamın kokusu vardır; ama ölümün tadını da taşır. Kısaca tango “sokağın felsefesi”dir.
Arjantin’de tango insanların iç dünyasında duygu fırtınaları yaratıp, onları yönlendirip yaşamlarına anlam verir. Genelde, erkekler dökümlü bir pantolon, bez kaplı bir ayakkabı, yakası açık gömlek giyer ve eşarp takarlar. Kadının kusursuz vücudunu, belin ve bacakların kıvraklığını gösteren yırtmaçlı siyah bir elbise kavrar.
Tangonun dört temel enstrümanı vardır: Piyano, bandoneon, viyolin ve kontrabas. Bunlar mutlaka olacaktır. Ancak, tango aslında bandoneon’dur derler. Akordeondan çok farklı bir müzik aleti bu. 1830’lu yıllarda Almanya’nın Bavyera bölgesinde cenaze törenlerinde çalınmak üzere imâl edilmiş. Tüm dünyadan milyonlarca insan; müzikleri, aletleri, felsefeleri, yaşam tarzları acı ve sevinçleri ile Arjantin’e göç ederlerken bandoneonu getirmişler yanlarında.
İspanyolca konuşup, kendisini İngiliz sanan İtalyanlar, yani bugünün Arjantinlileri, göç ederek geldikleri yerde umduklarını bulamayınca, acılarını, düş kırıklıklarını “tango” ile anlatmışlar.
Açıp kaparken farklı ses çıkaran 71 tane tuşu ve bir metreye kadar uzayan bir kutusu olan bandoneonun, tahtadan olduğu için son derece dramatik, tatlı ve lirik bir sesi vardır. Arjantin’in çok sevilen şairi Julien Conteya, bir şiirinde bandoneonu “yüz kör kuşun şarkı söylediği bir kafestir” biçiminde tanımlıyor.
Ama Arjantin’de yasaklanan tango Avrupa’ya giden bazı müzisyenlerin çabalarıyla, kendini tüm dünyada kabul ettirmiş zamanla. Bir de Gardel var tabii. 1890’da doğan Fransız göçmeni Carlos Gardel, bir çamaşırcının oğlu olarak Buenos Aires kentinin yıkık dökük evleri arasında büyümüş. Usuhuai’de bir süre hapiste yatmış. Nedeni bir sır.
Gardel duygulu sesi ile yoksulluğu bastırır. Tango’yu tüm Latin Amerika’ya, Avrupa’ya ve Holywood aracılığı ile dünyanın her yanına yayıyor. 1935 yılında Kolombiya’da genç yaşında esrarengiz bir uçak kazasında ölmesine rağmen, Frank Sinatra ve Beatles’dan sonra, dünyada plâğı en fazla satılan şarkıcı unvanına sahip. Gandel’in ölümü ile Arjantin’de milli yas ilan edilmiştir. Characita Mezarlığı’nda tangonun ilahı Gandel’in elinde sigara tutan heykeli kendisini ziyarete gelen hayranlarına gülümser. Bu arada kısa bir not: Uruguaylılar da sahte oturma iznini bu ülkede aldığı için Carlos Gandel’e sahip çıkmıştır.
İtalyan asıllı Amerikan vatandaşı Rudolf Valentino da, filmlerinde kendine özgü stili ile tangonun yayılmasında çok etkili olmuş.
Ünlü tango hocası Milena Plebs, bu dans için şunları söylüyor:
“Tango, iletişimi sağlayan bir dil. Bu dil sonsuza dek çoğaltabileceğiniz tümcelerden oluşuyor. Her tümcenin anahtar sözcükleri var. Sözcükleri erkek saptıyor. Ama, kadının da sözcükleri bilmesi gerekir ki, tümceyi tamamlayabilsin. Erkeğin egemenliğini kabul ederek, o dili kullanabilsin…”
Buenos Aires’e gelen turistler, muhakkak bir “tango gösterisine” götürülüyorlar. Gece kulüplerinde bir saat tango dinletiyorlar. Şarkı aralarında çiftlerin bir mizansen çerçevesinde öfke ve ihtiras dolu danslarını seyrediyorsunuz.
Ertesi gün şehir turunda, tangonun doğduğu limandaki “La Boca” yani “Gemiciler Mahallesi” geziliyor. Efsaneleri dillerden düşmeyen kabadayıların, küçük fahişelerin, nice umutların kırıldığı batakhanelerden artık iz kalmamış. “Gölgemin bile sahibi yok” diyen ünlü şair Borges’in kör olmadan önce isimlendirdiği “serseri sokaklar yolu” artık yok. Artık bu limana ne gemi yanaşıyor ne de limandan bir gemi kalkıyor. Ama La Boca tüm güzelliği ve canlılığı ile tangolu yılları yansıtmakta. 1890–1977 yılları arasında yaşamış olan ressam Benito Q Martin sayesinde bu bölge çehre değiştirmiş. İki ya da üç katlı, tahta ve tenekeden yapılmış bu evlerin dış duvarları, ressam Martin’in ricası ile canlı ve değişik renklerle boyanmış. Zaten zamanında bu evler tersanelerden çalınan veya artan rengarenk gemi boyaları ile boyanmıştı. İnsan renk patlaması ile kendini sanki bir tiyatro dekoru içinde sanıyor.
Sokaklarını da ünlü tangocuların heykelleri süslüyor. Göçmen kenti Buenos Aires’in kozmopolit ruhundan çıkan tango, yüz yıldır acıyı, isyanı, düş kırıklığını, öfkeyi anlatmış. Ne “opera” gibi ehlîleşmiş, ne de “pop” gibi geçici. Arjantin unutulsa bile, bazı değişikliklere uğramış biçimiyle başta ülkemiz olmak üzere tüm dünyada yılların ötesine esmeye devam edecek sert bir rüzgârdır Tango…
Kısa Kısa Arjantin
Eğer Buenos Aires’de illaki bir müzeye gideyim derseniz tercihiniz “ Museo Nacional de Bellas Artes” olsun. Avrupalı ustalardan Renoir, Rodin, Monet, Toulouse, Lautrec, Goya, Gauguin ve Van Gogh’u içeren on bin parçalık bir koleksiyon sizi bekliyor.
Arjantinliler “Fakland Adaları”na ısrarla “Islas Malvinas” olarak isimlendiriyorlar. Sakın ha bu ülkede adalara “Fakland” demeyin.
Arjantinliler pek kavga etmezler! Rahatlar, yavaşlar ve sakinler. Güzel, alımlı ve zevkli giyiniyorlar. Ateşli ve tutkulular. Lüksü seviyorlar. Evde yemek yeme kültürleri yok. Her akşam lokantadalar.
Belediye başkanı Torcuato de Alvear 1882 yılında güneyin Paris’i olarak görmek istediği Buenos Aires’de fakir mahalleleri silip süpürerek büyük bulvarlar, caddeler meydana getirmiş. Mayıs Meydanında hala telgraf ve telefon tellerini yerinde görünce kendi başına hepsini söküp atmış. Yani bu kent için o yıllarda epey para harcamış.
Buenos Aires’in en tipik ağaçları Osmanlının da sembolü olan “çınar ağaçları” ile “arbol borracio” yani “sarhoş ağaç”. Sarhoş ağaç iri ve bodur gövdeli ve dalları şemsiye gibi yerlere değiyor.
Arjantin, Şili gibi önemli bir şarap ülkesi. Kırmızı şarabı daha da ünlü. Bilhassa “Mendoza” etiketini arayın.
Tabi bir de eşsiz “mate” çayı var. Paraguay’da yetişen bir otun kaynatılması ile hazırlanıyor. Bu çay gümüş ya da tahta bir kapta uzun bir süre kalabiliyor. Arjantinliler bu kapları yanlarından hiç ayırmıyor. Sokakta, işte, nerede olursa olsun matelerini yudumlamaya bayılıyorlar. Yoksul yerli halk ve köleler yıllarca bu mate ile avunmuşlar.
Arjantin’de “cortado” yani az sütlü orta sertlikte kahve ısmarlanır. Oturduğunuz masanın siyah mermer kaplı yüzeyine, önce gümüş şık bir peçetelik, ardından bir bardak soda, minik metal bir tabakta üç acıbadem kurabiyesi ve sonunda küçük bir bardakla kahve ile gümüş bir sütlük konur.
Arjantin’in dünyaca ünlü şairi “Jorge Luis Borges” (1899–1986) başkentin Palermo Viejo mahallesinde doğmuş. Evi zamana yenilmiş ama şiirleri dilden dile dolaşıyor. İşte “Borges” ve ona göre “zaman”;
Zaman benim yaratılış maddemdir.
Zaman beni aşındıran bir nehirdir,
ama o nehir benim.
Zaman beni parçalayan bir kaplandır,
ama o kaplan benim.
Zaman beni bitiren bir ateştir,
ama o ateş benim.
Buenos Aires’de denize girmek imkânsız. Denize girmek isteyen ya 500 kilometre güneye yani Mar del Plato’ya ya da Kuzeye Uruguay’daki Punto del Este’ye kadar gitmelidir.
Arjantin’de hamburger istenildiğinde önünüze Osmanlı tuğlası gibi kalın bir et geliyor. Yemek kültürlerinin bir numaralı düşmanı ABD’li Mc Donald’s eminim ki bundan 12 adet hamburger çıkartır. Neyse İstanbul’da 22 adet Mc Donald’s kepenk indirdi ya! Ne güzel!
Arjantin’de “İspanyolca” konuşuluyor. Gerçi Arjantinliler telaffuzlarıyla biraz farklı bir dil yaratmışlar ama olsun. İspanyolca 30 tam ülkenin resmi dili. Birleşmiş Milletlerin kabul ettiği beş resmi dilden biri. Maalesef ülkemizde bu dilin ne kadar önemli olduğu henüz kavranamadı. Gençler hemen İspanyolca öğrenin!
Arjantinliler de İspanyollar gibi “bingo” oynamayı çok seviyor. Bingo salonlarının önünde uzun kuyruklar oluşuyor.
“Soğancık” lakaplı kısa boylu Maradona, hızlı deparı, ayağını raket gibi kullanması ve çalımları ile tüm dünyada büyük ün yaptı. Ancak 1991 yılında FIFA kanında kokain bulunca 15 ay futboldan uzaklaştırılmıştı. Skandallarının sonu gelmedi. Hastanelerde tedavi gördü. Ama resimleri, heykelleri, formaları ile gene de Arjantin’de her yerde o var.
Buenos Aires’e gelip de başta Borges olmak üzere ünlü edebiyatçıların uğrak yeri Kristal aynaları, mermer masaları, duvarlarındaki soluk fotoğrafları ile Turtoni Cafe’de kahve yudumlamadan, soluklanmadan bu kenti terk edemezsiniz.