Brno konumu gereği bence hak ettiği üne kavuşamadı. Viyana,
Bratislava ve en önemlisi Prag’ın hep gölgesinde kaldı. Tüm bu kentlere araçla
1,5 saat ile 2 saat mesafede. Brno biraz Ankarayı biraz da Eskişehir’i
andırıyor. Ayrıca kasvetli ve boyutları
büyük.
Stitava ile Svratka Nehirlerinin kesim noktasında kurulan
Brno Çek Cumhuriyetinin ikinci büyük kenti.
Moravian Hanedanlığı’nın park içindeki Spilberg Sarayı daha
sonra kaleye çevrilmiş ve XVIII ve IXX yüzyıllarında ise Hasburg Ailesi burayı
hapishane olarak kullanmış. Bugün ise “şehir müzesi”. Eski kentin XIII. yüzyıl
evleri bugüne dek dikkatle korunmuş. Namesti Svobody kentin çok geniş bir alana
yayılan özgürlük meydanı, hemen
yakınında Zelny Trh yani “Pazar Yeri”
bulunuyor.
Prag kadar olmasa da bu kentin meydanında ellerinde cep
telefonları ile fotoğraflayan ziyaretçiler eksik olmuyor. Eski kentin ayakta
kalan tek kapısı “Menin”. Ama uzaklardan en dikkati çeken yapı, hiç kuşkusuz
Petrov Tepesindeki Aziz Peter ve Paul,
diğer adı ile “Azizler Katedrali”. Vallahi artık katedral görmekten bıktım
desem bana kızmayın. Artık onun yerine yerel bir kahvede yerli halk ile sohbet
etmeyi tercih ediyorum.
Genetik biliminin kurucusu, lise biyoloji derslerinin
vazgeçilmez ismi Papaz Gregor Mendel bezelyeleri ile ünlü deneylerini bu coğrafyada
gerçekleştirdi. Mendel Genetik Müzesini de gezebilirsiniz.
Zbrojovka silah fabrikası ucuz ve kaliteli tabancaları ile biliniyor,
Türk emniyet mensupları da burayı sık
sık ziyaret etmiş.
Çeklerin Pilsen birasının Brno’da ciddi bir rakibi var. “Strobrno
Birası”. Ayrıca Pegas Oteli’nin altındaki barda yıllardır Pegas Birası imal
edilip aynı yerde de satılıyor. “Labyrindht Underneath” tipik bir yeraltı
şehri. Aslında benzerlerinden başka Avrupa kentlerinde de var. Zamanında
sığınak, depo, hapishane, işkence
odaları daha sonra bira ile şarap mahseni olarak kullanılmış. Böyle bir tur
alırsanız ortalama 40 dakika sürüyor.
“Yeraltı Kemikliği” 2001 yılında ortaya çıkarıldı. Buranın 50
bin insan kemiği ile Avrupa’nın en büyüğü olduğu iddia ediliyor.
Villa Tugenhat (1930) zenginlerin ikamet ettiği
Cerne Pale semtinde Alman Mimar Ludwig Miles Von Der Rohe’nin inşa ettiği
modern bir bina. Artık burası müze. Kendisi bu evde 8 yıl yaşadıktan sonra Nazi
yönetiminden kaçıp Chicago’ya yerleşmiş. Yıllar sonra üç torunu bu binayı geri
istemiş ama devlet bir “sanat eseri” olduğu için bu isteği geri çevirmiş,
günümüzde müze, gezebilirsiniz. Ünlü Çek
yazar Milan Kundera da Brno doğumlu.
Brno’lu iki arkadaş meyhanede Strobrno Birasını
yudumlamaktadır.
Biri sorar “bugün çok
kederlisin, evet dostum kederliyim, bugün evliliğimin 25. yıldönümü. Bu yirmi
beş yıl ömrümden aldı. Karımı ilk günden öldürmüş olsaydım, 25 yılımı doldurup
çoktan dışarı çıkmış olacaktım.”
“En çok seni seviyorum diyorum, ama gerçek sevgi bu
değil. Sen bir bıçaksın, ben de o bıçakla durmadan içimi deşiyorum desem,
gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki…” Bu sözler ünlü yazar Kafka’nın,
sevgilisi Milena Jesenk’a yazılmış mektuplarından bir alıntı.
Kafka aşkı dilediği gibi yaşayamayanlardan, ama Prag’a
gidip de aşık olmadan dönmek imkansız çünkü Prag’ın her yanı aşkla örülmüş.
Orta Avrupa’nın buram buram tarih kokan bu şehri,
yaşlanmış ancak güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş bir kadın gibi dimdik
ayakta duruyor. Nefes kesici ama soğuk bir sarışın adeta. Büyüleyici, ancak
mesafeli ve donuk. Tam bir aristokrat. Ve kesinlikle ulaşılmaz. Üstelik bunun
farkında… Yalnızca bakmakla yetineceğiniz, dokunmaya cesaret edemeyeceğiniz bir
kadın o.
Prag sürprizlerle dolu bir şehir. Şehre adımınızı
attığınız andan itibaren kendinizi kah Paris’te kah Budapeşte’de hissetmeniz
kaçınılmaz. En güzel yanı, eskiye sadık kalınmış olması, tarihi dokunun özenle
korunması. Kent neredeyse baştan sona tarihi binalardan oluşuyor.
Kente, “Avrupa’nın kalbi”, “Altın Prag” gibi
yakıştırmalar yapılmış tarih boyunca. Komünist rejimin etkilerini silmek için
müthiş bir gayret içinde olan Prag, bu unvanı kısa zaman içinde yeniden
kazanacakmış gibi görünüyor. Ülkenin toplam nüfusu 10.5 Prag’ın nüfusu ise 1.3
milyon, anlayacağınız yolda yürürken kimselere çarpma riskiniz yok.
Çek Cumhuriyeti’nde din ilginç bir gelişme izlemiş.
Her ne kadar Prag’da adım başı bir kiliseye rastlasanız da, yapılan araştırmalar,
40 yıl Komünist Rejimle yaşayan halkın %50’sinin Ateist olduğunu
gösteriyor. Geri kalanlar arasında en önemli iki grup ise Katolikler ve
Yahudiler.
Vlatava Nehri, kahverengi sularıyla Prag’ı ortadan ikiye
ayırıyor. Nehrin her iki yakasını birleştiren pek çok köprü olsa da, en
görkemlisi Karlov Most yani Charles Köprüsü. Giriş
ve çıkışındaki kuleler başlı başına birer sanat eseri. Köprünün üzerinde, sağlı
sollu, on metrede bir, bir Aziz’in heykeli dikilmiş. Ayrıca kuklacılar, vitray
sanatçıları, ressamlar, hediyelik eşya satanlar burayı kendilerine mesken
edinmişler. Köprü yalnızca yayalara açık, motorlu araçlar geçemiyor. Köprünün
bittiği yoldan ilerleyerek Prag Kalesi’ne
ulaşabilirsiniz.
Dokuzuncu yüzyılda inşa
edilen kalenin içindeki Kraliyet Sarayı, (dönemin
Cumhurbaşkanı burada ikamet ediyor) Loreto, Cephanelik, Simyacılar
Sokağı, St. George Bazilikası ve St. Vitu’s
Katedrali görülmesi gereken yerler arasında. St Vitus Katedrali
1244’te IV. Karluv’un emriyle yapılmaya başlanmış. 20. Yüzyıl Çek mimarları
tarafından da tamamlanmış. Katedraldeki vitraylar ve antik dönemden kalma dini
objeler ilginç.
Buradan bir taksiyle,
ya da yaya, eski şehir denilen meydana –Old Town Square-geçebilirsiniz.
Şehrin kalbi 12. Yüzyılda kurulmuş olan “eski şehir”de atıyor. Elinizde sıcak
karanfilli şarabınızla, meydandaki Hus anıtının
basamaklarına oturup, Tyn Kilisesinin muhteşem
görüntüsü eşliğinde, ünlü “Astronomik Saat”in saat başı
çalışını izlemek büyük keyif… Eski Belediye Binasındaki bu 500 yıllık tarihi
saat ünlü saat imalatçısı, kör sanatçı Hanus tarafından yapılmış. Saat
çaldığında binanın en tepesindeki kapı açılıyor ve Apostles dışarı çıkıyor. Tam
bir mühendislik harikası… Öyle ki, aynı zamanda hem saati, hem ayın ve güneşin
durumunu, hem de hayvan simgeleriyle gökyüzünün durumunu gösteriyor.
99. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE EGON SCHIELE’nin izinde CESKY KRUMLOV (KRUMAU)
1992’de Unesco Dünya Mirası listesine girmiş, Çekoslovakya’nın incisi olan, bir masal kasabası tadındaki Cesky Krumlov, Vlatava (Moldau) nehrinin kıvrımları arasında harikulade bir yerleşim yerdir. 300 kadar historik ev ve Prag kalesinden sonra en büyük kale kompleksine ev sahipliği yapar. Gotik ve Rönesans tarzındaki bu yapılar hiç bozulmadan günümüze kadar gelmiştir.
Hitler’in bile bombalamaya kıyamadığı, birçok sanatçıya ilham kaynağı olmuş bu güzel kasaba, Prag’ın 180 km. güneyindedir. Bu bölgede mutlaka görülmesi gereken bir yerleşim yeridir. Kapılarıyla ünlü bu masal diyarına en büyük kapısı Cloak Gate ( Pelerin Kapı) ‘ dan girilir. Kat kat olması sebebiyle bu isim verilmiştir. Budejovicka kapısı da bir o kadar önemlidir şehir için. 13. yy.’dan kalma bu ortaçağ kasabası bohem kültürünü çok güzel bir şekilde yansıtmaktadır. Şehir kalesi, St. Vitus kilisesi, Seidel Fotoğraf Müzesi, Balmumu müzesi, İşkence Müzesi, Kukla Müzesi, Egon Schiele [Art Centrum (EAS) ] Sanat Merkezi ve Egon Schiele atölyesi görülmesi gereken yerlerin başında gelir.
Egon Schiele Avusturya kadar Cesky Krumlov için de çok önemli bir ressamdır. Burada yaşadığı yıllarda hayat tarzı ve yaptığı resimler nedeniyle yerel halk tarafından istenmemiş ve dışlanmış olsa da bugün için aynı şeyi söylemek mümkün değildir.
Dışavurumculuğun (Ekspresyonizm ) en önemli temsilcilerinden Avusturyalı ünlü ressam Egon Schiele için, annesi Maria Soukupova’nın doğduğu yer olan Krumau’nun ayrı bir yeri vardı. Çocukluğunda tatil zamanı bu bohem kasabaya gelir Krumau Akademisine devam ederdi. Resim yapmasını annesi de çocukluğundan itibaren desteklemiştir.
1906 yılında yaptığı “Krumlov’da Butweiser Kapısı” Schiele’nin yaptığı ilk manzara resmidir. Öğrenim hayatı sonrası Viyana’daki şehir hayatından sıkılmış ve 2 ressam arkadaşı (Erwin Osen ve Anton Peschka) ile birlikte Krumlov’a yerleşmeye karar vermiştir. Bu güzel ortaçağ kasabasının iç içe geçmiş evleri, eski şehir surları, kaleleri, şehir kapıları sakin akan Vlatava nehri Schiele’yi çok etkilemiştir. Ve nehir kıyısında Masnâ Caddesi 133 numarada bahçeli bir ev tutmuştur. Yoncalarla donatılmış yeşil penceresi ile bu güzel şirin evi ( atölyesi) mutlaka görmek gerekir.
En yaratıcı ve en güzel manzara resimlerini bu dönemde yapmıştır. 1914 yılında Cesky Krumlov’u resmettiği “Renkli Çamaşırlı Evler” 24 milyon 700 bin İngiliz sterlinine satılarak rekor kırmıştır.
1890 yılında Avusturya Tulln’de doğan Schiele’nin 2 ablası ve kendinden 4 yaş küçük bir kız kardeşi vardır. 15 yaşında babasını frengiden kaybetmesi psikolojisinin bozulmasına sebep olur. Annesinin desteği ile sanat eğitimi alır ve 16 yaşında Viyana’da Gustav Klimt’in okulu Kunstgewerbeschule’ye başvurur fakat kabul edilmeyince klasik bir okul olan Akademia der Bilden Künste’ye gider. Bir yıl sonra 1907’de Klimt ile tanışır. Klimt ona çok destek olur hatta resimlerini satın alır. Klimt sayesinde “Secession” akımına girer.
Viyana Yaratıcı Sanatçılar Birliğinden ayrılan genç ressamlar tarafından kurulmuş olan bu akım, tam da Klimt’in eserlerini anlatır. Kareler, dikdörtgenler, daireler ve bunların birleşiminden meydana gelmiş bir resim tarzı. Tamamen geometrik olmayan doğanın biyolojik özelliklerini de içinde barındıran bu tarzı Klimt’in “Öpücük” isimli eserinde çok net görüyoruz. Aynı şekilde Schiele de Klimt’ten etkilenmiş olup, benzer çalışmalar yapmıştır. Yine çağdaşı Oscar Kokoschka’nın eserleri ile karşılaştırılabilir ve benzerlik gösterir.
Egon Schiele’nin otoportreleri çok ilginçtir. Kendi karanlık, sıkıntılı ve sorunlu iç dünyasını çok iyi bir şekilde yansıtır. Belki de bu otoportreleriydi onu Egon Schiele yapan çökmüş gözler, çıkık elmacık kemikleri, zayıf çelimsiz bir vücut yapısı, upuzun parmaklar ve “Vulcan selamı”nı andırır el işareti. Bu işaret “Uzay Yolu” dizisinin ünlü kahramanı Mr. Spock için “Uzun yaşa ve başarılı ol” anlamını taşıyordu. Ya Egon Schiele için?
1911’de Gustav Klimt’in de modeli, fakir bir ailenin kızı olan 17 yaşındaki Valezie Neuzil (Wally) ile tanışır ve annesinin memleketi olan Krumlov’a daha sonra da Neulengbach’a giderler. 1910 yılından sonra tanınmaya ve iyi para kazanmaya başlar. O yıllar kariyerindeki en verimli yıllardır fakat aynı şeyi hayatı için söyleyemeyiz.
Vlatava nehri kıyısındaki atölyesinde radikal nü resimleri yaparken model olarak kullandığı küçük kız çocukları başına dert açmış, mahkemede yargılanmasına ve hapis cezası almasına sebep olmuştur.
1915 yılında metal işleme ustası Johann Harms’ın kızı Edith ile evlenir ama Wally ile de ilişkisini bitirmek istemez. Ama bunu Wally kabul etmez ve kızılhaça hemşire olur. Wally 1917 yılında 23 yaşında kızıl hastalığından ölür.
Tod und Mâdchen isimli tablosunu 1915’te yapmıştır. Wally’den ayrılıp, Edith ile evlendiği dönemde yaptığı bu resimde erkek ölüm figüründe kendini, karşısındaki genç kız motifinde ise Wally’yi tasvir eder (Ölüm ve Genç Kız).
Bu resimde hayatının en depresif ve bunalımlı günlerini çok iyi anlatmıştır. Çizdiği insan figürleri hastalıklı, bunalımlı, yoksul ve kederlidir. Belki de bu resmi hayatının dönüm noktası olmuştur. Aynı isim altında 2016 yılında Egon Schiele’nin hayatı “Tod and Mâdchen” filmi ile beyaz perdeye aktarılmıştır.
I. Dünya Savaşının son yıllarında, savaşın her türlü zorluklarına rağmen Schiele sergiler açar, resimlerini satar iyi para kazanır ve eşiyle lüks bir hayat yaşamaya başlar.
1918 yılında 49. Secession için açılacak sergiye baş ressam olarak seçilir. Ve serginin duyuru posterini kendisi hazırlar. Bu posterde İsa’nın son akşam yemeği tasvir edilmiştir. Bu dönemde narsist duygularına yenik düşerek İsa’nın yerine kendini koymuştur.
Savaştan sonra da çok aranan ve resimleri çok satan bir ressam olmuştur. Fakat 28 Ekim 1918’de eşi Edith 6 aylık hamile iken yakalandığı İspanyol gribine yenik düşer ve ölür. 3 gün sonra da aynı hastalıktan Egon Schiele 28 yaşında bu dünyaya veda eder.
Çok kısa hayatına çok şeyler sığdırmıştır ve genç yaşında dünyaca ünlü bir ressam olmayı başarmıştır. Ardında 3000’den fazla çizim, 300’e yakın tablo bırakmıştır. Kendine özgü bir estetik anlayışı vardır. Yapmış olduğu insan figürleri ve otoportrelerinde bunu çok iyi gözlemleyebiliyoruz.
Bunlar belki Avusturya burjuvazisine bir başkaldırıydı, belki insanoğlunun hiç bilemeyeceğimiz iç dünyasının apaçık dışavurumuydu. yani yalın gerçeklerdi. İlk bakışta eserleri ile ilgili olarak psikolojik anlamda farklı düşünceler içinde olabiliriz. Fakat daha dikkatli incelediğimizde resimlerinde çok anlamlı bir derinliğin olduğunu görürüz. İşte bu farktır 28 yaşında bu dünyadan ayrılmasına rağmen O’nu Egon Schiele yapan.