Kurtuba ya da Uzaklardan Gelen Son Emevî
Guadalkivir‘in sol yakasında, lüks bir otelin terasındayım. Kurtuba‘nın mimarî dokusuyla hiç uyuşmayan bir yapının en üst katında. Bulunduğum yerin tek özelliği, eski kentin en iyi buradan görünmesi. Kurtuba karşıda, ilkyaz yağmurları ile kabarıp genişleyen ırmağın öte yakasında dar sokakları, beyaz duvarlı evleri, Alcazar‘ı, gölgesi suya vuran ünlü La Mezquita‘sıyla uzaklaşıyor gibi. Belki de iki yakayı bağlayan eski Roma köprüsü bu uzaklık duygusuna yol açan, Endülüs halifelerinin kentini ulaşılmaz, gizemli kılan. Sular taş köprünün ayakları arasından akıp gidiyor işte, sazlıklardan oluşan adacıklarda bile duvarlar, sur yıkıntıları, eski bir değirmenin hayaleti var. Bir de Molino de la Albolifia, yani bir zamanlar bu yörenin simgesi olan bostan dolabı. Çarkının ağır bir devinimle dönüşünü buradan izleyemiyorum; ama aşağıdan aldığı suyun yukarıdan geldiği yere, yine ırmağa dökülüşünü tahmin edebiliyorum. Gıcırtıyla dönerken inliyor dolap.
Zamanın çarkı inildeyerek dönüyor işte, savaşlar yıkımları, yıkımlar yok oluşları izliyor. Üç yüz yıl boyunca bu kentte hüküm süren Emevî hanedanından ne kaldı geriye? Nerede yüz binlerce el yazması ciltten oluştuğunu bildiğimiz
II. Hakem‘in, İbn Futeys‘in
kitaplıkları, havuzlu bahçeler, Medinâ‘nın
dolambaçlı sokaklarını dolduran
Yahudi, Arap,
Berberî, Hristiyan, Mecuzî toplulukları, nerede o renkli güzelim kalabalık? Ve efendilerin saltanatı, arkların içinden akan suyla sarayda mavi yeşil çinilere sıçrayan kan? Bilim yuvası okullar, kandil ışığında sabahlara dek kopya edilen Kur‘an‘larla astronomi kitapları, İdris‘in haritaları ile usturlabı, İbn‘ül Arabi‘nin, İbn Hazm‘ın, İbn Rüşt‘ün kelamları, ―Toprağı buram buram bilgi tüten Kurtuba‖ya ağıt yakan Şerif er-Rundi‘nin, adını Akdeniz‘in simgesi zeytin ağacından alan İbn Zeydun‘un o güzelim müveşşah ve zecelleri, Maymunid‘in her derde deva ilaçları şimdi nerede? Medinet-ül Zehra‘da görkemiyle göz kamaştıran sarayların, portakal bahçeleri ile havuzların yerinde yeller esiyor artık. Ve bugün Batı Avrupa‘nın ortak belleğinde bir anı bile olmayan eski Endülüs İbn Haldun‘un öngördüğü tozlu tarih sayfalarında yaşıyor.
Kol saatimde yelkovanla akrebin yarışı hâlâ sürüp gidiyor ama…
Diyeceğim şu ki, Molino de la Albolafia‘yla Gongora‘nın anısına dikilmiş anıtın
arasındaki mesafe çok kısa; bulunduğum yerden baktığımda her ikisini de
görebiliyorum. Gel gelelim o mesafeyi kat eden yüzyıllar var arada. Roma
lejyonlarından Vizigotlar‘a, La Mezquita‘nın şadırvanından loş ve karanlık
kiliselere, Tora‘ların korunduğu eski sandıklardan Kolomb‘un yumurtasına
koskoca bir tarih var. Dolap inleyerek döne dursun, ben işte bu tarihin akışına
bırakmalıyım kendimi. Kurtuba‘yı halifeliğin merkezi yapan Emevî soyundan bir
kaçağın, Mavera-ün-nehir‘de doğduktan sonra
―makus
talihini‖
yenebilmek
için
çöllerde yıllarca
at koşturup yüce dağlar aşan, yedi
deryalar geçen, Şam‘dan kalkıp ta buralara, dünyanın bir ucuna gelen İbn
Muaviye‘nin olağanüstü serüvenini anlatmalıyım. Kurtuba tarihi onunla
başlamıyor belki; ama kentin üç yüzyıl boyunca artarak sürecek görkemi onun öyküsünden kaynaklanıyor.
Halife II. Hişam‘ın torunuydu Abdurrahman, babası Emevî soyundan bir prens, annesi Berberî kökenli bir köleydi. On dokuz yaşına dek dedesinin Fırat kıyısındaki sarayında büyümüş, cariyelerle haremağaları tarafından el üstünde tutulmuş, iyi bir eğitim almıştı. Şairdi. Aşkı savaşa, musıkîyi kılıca yeğliyordu. Ne var ki El Rusafa sarayındaki mutluluk, işret sofralarıyla kadınlardan, şarapla musıkî ve şiirden ibaret bu sorumsuz yaşam, fazla uzun sürmedi. Hanedan‘ın can düşmanı Abbasiler, doğu vilayetlerinde başkaldırdılar. Abdurrahman‘ın yıllar sonra bile düşlerine girecek, korkulu bir karabasan gibi ömrü boyunca peşini bırakmayacak siyah bayraklarıyla halife II. Marvan‘ın üzerine yürüdüler. Marvan savaşı yitirince iktidarı ele geçiren Abu el-Abbas, bizzat kendisinin seçtiği El-Saffah, yani
―Kandöken‖ adının
gereği,
Emevî soyunu
katletmeye karar verdi. Yalnızca yaşayanları değil,
ölüleri bile rahat bırakmadı. Eski
halifelerin Şam‘daki mezarlarını açtırarak Muaviye‘nin küllerini çöle savurttu,
Hişam‘ın cesedi haça gerildikten sonra yakıldı. Abdurrahman‘ın yeğenlerinden
biri, el ve ayakları kesilerek bir eşeğe bindirilip diyar diyar dolaştırıldı.
Hişam‘ın kızı prenses Abda, hazinenin yerini söylemediği
için
hançerlenerek öldürüldü. ―Kandöken‖
Abbas bu yaptıklarıyla da yetinmeyerek, ülkenin dört bir yanına
tellallar gönderip Emevîleri bağışladığını ilan etti. Sonra da, sarayına davet
ettiği tüm Emevî ileri gelenlerini muhafızlarına öldürttü. Yerde can çekişen
cesetlerin üzerinde raks edilip şarap
içildiğini yazıyor eski
kaynaklar, şölenin
sabaha dek sürdüğünü, ud sesleriyle gazellerin son nefeslerini verenlerin inleyişine karıştığını belirtmeyi de unutmadan.
İşte bu dehşet ortamından bile sağ kurtulabildi Abdurrahman, ağabeyi
Yahya da boğazlanınca küçük kardeşini ve oğlu Süleyman‘ı yanına alıp doğuya
doğru at koşturarak izini kaybettirmeyi başardı. Kurtuba‘da noktalanacak uzun
yolculuğu boyunca onu bir an olsun yalnız bırakmayan kölesi Bedri‘yle birlikte
Fırat‘ı geçti. Kervansaraylarda konaklayıp viranelerde gizlendi. Ne var ki,
Abbas‘ın adamları çok geçmeden izini buldular ve gözleri önünde kardeşiyle
oğlunu kılıçtan geçirdiler. Abdurrahman ise katillerin elinden yaralı
kurtulabildi. Yapayalnızdı artık. Bu dünyada Bedri‘den başka ne bir yakını ne
bir dikili ağacı vardı. Bu kez batıya yöneldi. Her an öldürülebileceği
korkusuyla kimliğini gizleyerek, mağaralarda, ağaç kovuklarında geceleyip
gündüzleri dörtnala at sürerek Ürdün‘den Filistin‘e, oradan İskenderiye‘ye doğru
yoluna devam etti; Libya çölünü geçerek Keruan‘a vardı. Oradan ötesi Arapların
İfrikiya adını verdiği topraklardı. Bu toprakları da ardında bırakıp annesinin
kabilesi Nafza‘ya sığındı. Bu kabile Ceuta yöresinde yaşayan Berberî kabileleri
arasında en savaşçısıydı. Orada silah kullanmayı, kılıç kuşanıp kelle kesmeyi
öğrendi. Düşmanlarıyla savaşa hazırdı artık. Ama Şam çok uzaklarda kalmıştı.
Hem Abbasi Devleti hâlâ güçlüydü. Oysa karşıda, 20 küsur yıl önce Tarık bin Ziyad‘ın geçtiği
denizin ötesinde Endülüs denilen, henüz sağlam bir yönetimin oluşmadığı, uçsuz
bucaksız bir ülke vardı. Kaçak prens, son Emevî Abdurrahman, eski kölesi, can
yoldaşı Bedri‘nin önerisiyle Cebel-ü Tarık‘ı geçerek Endülüs‘e ayakbastı ve hem
Berberîlerin hem Arapların
desteğini almayı
başardı. Sevilya‘da bir kahraman gibi karşılandıktan sonra Kurtuba üzerine
yürüdü. Kentin valisi Yusuf al-Fihri‘yi bozguna uğratarak iktidara el koydu.
Böylece İber Yarımadası‘nın neredeyse tümünü üç yüzyıl boyunca egemenlik altına
alacak Emevî hanedanının temelleri atılmış oldu. Kurtuba, beş yıl kaçtıktan
sonra yitirdiği her şeyi yeniden ele geçiren bu gözü pek delikanlı sayesinde
yeni ve güçlü bir yönetime kavuştu. Kent kısa sürede gelişti. Su yollarının
kazılmasına, Alcazar‘la La Mezquita‘nın yapımına başlandı. Yahudi ve Hristiyan
halk inançlarında özgür bırakıldı. Hoşgörü ve güven ortamında, yeni bir toplum
düzeni kuruluyordu Guadalkivir‘in kıyısında. Yine de her şey tozpembe değildi.
En yakınlarından bile kuşku duyan
Abdurrahman, ―Kandöken‖ kadar
zalim
bir
hükümdar olmuştu. Rakiplerini acımadan öldürtüyor, egemenliğini tanımayanların
ocağını söndürüyor, onu iktidara taşıyanları küstürüyordu. Bu davranışlarında
da pek haksız sayılmazdı. Abbasiler Kurtuba‘da Emevî yönetimini devirmek için
her çareye başvuruyor, karışıklık çıkartıp isyanları körüklüyorlardı. Belki bu
yüzden kendisine başkaldıran bir isyancının kellesini kesip tuzlatarak bir
kutuya koydurttu Abdurrahman. Ve bir mektupla birlikte Bağdat‘a gönderdi. Batı
halifesinin mektupta ne yazdığını bilmiyoruz. Ama eski kaynaklar kutuyu açan
Doğu halifesinin ―Allah‘a
şükürler olsun ki bu İblisle arama
bir
deniz koymuş‖ diye dua ettiğini yazıyorlar. Yine eski kaynaklara bakılırsa,
uzun boylu ve sarışındı. Bir gözü, belki uzun yıllar karanlıkta yaşamak zorunda
kaldığından, belki de bir hançer yarası aldığından, görmüyordu. Kurtuba‘da
yaşadığı 32 yıl boyunca doğup
büyüdüğü ve bir gün her şeyini yitirdiği ülkesini unutmadı. Bugün hâlâ Kurtuba
evlerinin iç avlularını süsleyen La Mezquita‘nın şadırvanını, her biri ayrı biçim ve renkteki sütun ormanının devamı olan nar ve portakal ağaçlarını ona borçluyuz. Abdurrahman bir şiirinde şöyle dile getiriyor sürgün acısını:
Bir hurma dalına baktım yurdundan ayrılmış Uzak Batıdan ta El – Rusafa’dan gelen
Dedim: İkimizde yaban ellerdeyiz.
Çok zaman uzak yaşadım sevdiklerimden.
Uzaktan gelen son Emevî sayesinde yeni bir uygarlık yeşerdi burada. Batının gelişmesinde, Orta Çağ karanlığından kurtulup Rönesans ve ―aydınlanma‖ya ulaşmasında önemli katkıları olan bir uygarlık. İşte bu sürecin altını çizmek gerekiyor, Endülüs tarihini ele alırken. Oysa son yıllara dek Avrupalı tarihçilerin, birkaçının dışında, söz konusu süreci araştırmaktan özellikle kaçındıklarını biliyoruz.Kurtuba‘ya bakıyorum. Orada, ırmağın öte yakasında başlayıp dağa doğru yayılıyor kent. Bir zamanlar İslam‘ın en görkemli dönemine tanık olmuş bu duvarlar, diye düşünüyorum, sazlıkların içinden fışkıran ağaçlıkların gölgesinde ayrı dinlerden insanlar barış içinde yaşayabilmişler. Ezan sesi çan sesine karışmış, bir Müslüman, Yahudi komşusuyla konuşup dertleşebilmiş, hatta kız alıp vermişler birbirlerine. Derken yine Yunus‘un dizeleri geliyor aklıma. Bu kez dertli dolaptan dem vurmuyor şair, yılların ötesinden insanlık dersi veriyor bize:
Sen sana ne sanırsan Ayrığa da onu san Dört kitabın manası Budur eğer var ise…