Babaannenin Sardunyası
Yunanistan‘ı hep merak etmişimdir.
Sadece Yunanistan‘ı değil; Osmanlı‘ya ait olan bütün toprakları, ülkeleri, kentleri… Suriye‘yi, Şam‘ı, Halep‘i, Bağdat‘ı, Yemen‘i, Kudüs‘ü, Tebriz‘i, Kırım‘ı, Gürcistan‘ı, Dağıstan‘ı… Bu ülkelerin bir kaçına gitmişliğim var.
Yunanistan‘a ise bir bayram tatilinde gittim. Sınırdan geçtikten bir süre sonra, çoğumuzun olduğu gibi benim de bilinçaltıma sinip kalmış, kendini dışa vurmaktan hep ürkmüş, çekinmiş olan o duygu; bir zamanların güçlü bir ülkesine ait olma duygusu yine depreşti ve usul usul ele vermeye başladı kendini…
Ninelerimizin, dedelerimizin zaman içinde birer destana dönüşmüş çocukluk anıları, evleri, ocakları, vatanları… İnsanın içini yakıp kavuran göç -mübadele- öyküleri, kötü niyetli feleğin ettikleri. Kahpe feleğin!.. Kahpe Yunan‘ın!.. Selânik‘teki Hamza Bey Cami‘nde seks filmleri oynatacak kadar coşmuş –acaba azmış mı deseydim– milliyetçilik duygularıyla körüklenen öfkeler, horozlanmalar, çatışmalar…
Bir benzin istasyonunda durduk ve ilk kez ayak bastık babaannenin on üç yaşındayken son kez bastığı Yunan toprağına…
―Kurşunsuz benzin hangi
pompadan veriliyor acaba?‖ Oğluma
Türkçe söylediğim bu söz, kırık dökük bir başka Türkçe cümleyle
buldu karşılığını… ―Kurşunsuz benzin
burada 98 oktan süper.‖ Benzini doldururken alacağı yanıtı bile bile ―Türkiye‘den mi?‖ diye sordu.
―Türkiye‘den.‖
―Benim dede de Türkiye‘den; Marmara Ereğlisi‘nden.‖
―Bizim babaanne de Kavala‘dan. Oraya gidiyoruz.
Doğduğu evi görmeye…‖
―Benim dede korkuyor gitmeye. Sanıyor ki Türkler kötücülük yapacak ona.‖
İkram ettiği çay, sohbet kadar bizdendi ya da onlardan…
Dedesi iki şeyden vazgeçmemiş: İnce belli çay bardağından ve ―Güle güle kullan‖ sözünden. ―İkisi de Yunan‘da yok‖ diyor benzin istasyonunda çalışan Mouameletizis.
Acaba ―muameleci‖mi diye geçiriyorum içimden. Kim bilir belki de bir zamanlar Marmara Ereğlisi‘nde muamelecilik yapıyordu dedesi… Komik duruma düşmemek için sormuyorum.
―Güle güle kullan‖ deyimi Yunan dilinde olmadığı için Türkçe‘sini söylermiş hep. Çok da hoşuna gidermiş. Hediye vermeyi, belki de bu cümleyi bir kere daha söylemek için severmiş dede Mouameletizis…
Artık söylenmiyor bu cümle Dedeağaç topraklarında.
Dedeağaç da denmiyor Dedeağaç‘a.
Çünkü Dede ölmüş.
Oraları artık Aleksandrapoli…
Tıpkı Türkiye‘de söylenmeyen Rumca sokak ve kasaba isimleri gibi…
Paylaşılmış bir tarih usul usul yitiyor; önce sokak adlarında, sonra da ―Güle güle kullan‖ ve benzeri sözcüklerde. Duygulara sıra gelmemiş henüz. Duygular hâlâ tarihe saygılı; paylaşmaya, emeğe…
Mouatmeletizis, Yunanca bir kelime söylüyor ve ne çay parasını alıyor, ne de oğlanın içinde ―pokemon tasosu‖ var diye tutturup aldığı patates cipsinin…
Söylediği o Yunanca kelimenin ne anlama geldiğini soruyorum. Düşünüyor bir süre ve ―ayıp‖ diyor ve tekrar Yunanca‘sını söylüyor ‗ayıp‘ın.
Ayıp!
Bu sözcüğün her iki dilde de söyleniyor olması içimi ferahlatıyor. Utanmasam boynuna sarılacağım Muameletizis‘in. Belki o da benim boynuma sarılacak. Fakat nezaketle ve elbette ki serdeki tarihî düşmanlık duygularına halel gelmemesi için el sıkışıyoruz sadece ve otomobilimize binip tekrar yola koyuluyoruz. Sağımız, solumuz, önümüz, arkamız Yunanistan.
Çetin Altan, Yunanistan‘daki yaşam kalitesinin Türkiye‘ninkinden 65 basamak yukarıda olduğunu yazar hemen her yazısında. Bir de ―enseyi karartmayın‖ diye yazar.
―Bunlar zamanla geçecek; bizim yaşam kalitemiz de yükselecek.‖ Çetin Altan‘ın sözünü ettiği bu kaliteyi arıyor gözlerim. Yol aynı yol. Say ki Adapazarı-Bilecik yolu. Kasabalar, kentler aynı. Say ki Turgutlu, Manisa. Bakkallar, manavlar, manavlardaki meyve ve sebzelerin duruşu, bakkallardaki gazetelerin dizilişleri…Asfalt yol, otoyol kalitesi desek; o da değil…Fert başına düşen elektrik tüketiminden haberim yok tabii.
Ya da et tüketiminden; kitap, gazete tüketiminden.
Her neyse…
Yunanistan‘ın benim ülkeme benzemesine hiç şaşırmıyorum. Yunanlı‘nın bana benzemesine de… Bir daha ki gelişimde, bir düzine ince belli çay bardağı getireceğim torun Muameletizis‘e ve o ―efharisto poli‖ diyecek kendi dilinde; ben de ona kendi dilimde ―güle güle kullan‖ diyeceğim. Belki bu kez birbirimizin boynuna sarılmaktan çekinmeyeceğiz. Dışa vurdukça daha da sahici olacak duygularımız. Daha sevimli, daha içten, daha coşkulu…
Kavala‘ya varıyoruz. Adı hem Türkçede hem Yunancada aynı yazılan ve söylenen Kavala‘ya.
Görkemli bir su kemeri karşılıyor bizi. Babaannenin anlata anlata bitiremediği ve bu nedenle de her santimetrekaresini bildiğimiz bir su kemeri…―Bizim ev su kemerlerinin ardında; kale içinde‖ derdi babaanne. Kafamızı kaldırıp kaleye bakıyoruz. Gözlerimiz yanıyor. Biraz önceki coşkumuz sönüyor birdenbire, eriyor.. Bir eziyete dönüşüyor Kavala.. Kocaman bir Kıbrıs haritası konmuş kaleye. Kıbrıs‘ın kuzeyi kızıl kan… Kan Güney‘e damlıyor…Belki de Babaannenin on üç yaşında terk ettiği, terk etmek zorunda kaldığı evine, evinin balkonuna, pencerelerine, mutfağına, ekmeğine, rızkına…
―Kıbrıs‘ı unutmayın‖ diye yazıyor haritanın altında.
Hem Yunanca yazıyor hem İngilizce. Türkçesi yok!
Sadece Kavala‘nın adı Türkçe. Bir de babaannenin doğduğu evin balkonundaki sardunyanın adı…Hem Türkçe hem Yunanca, dolmanın, patlıcanın, rakının adı.Evinin çatısındaki bu kanlı Kıbrıs haritasından babaanneye söz etmeyeceğiz. ―Sardunyan hâlâ balkonda babaanne‖ diyeceğiz. ―Ona gözü gibi bakan Yunanlı komşun, biz oradayken ona su veriyordu…‖